20 Mart 2014 Perşembe

hoş gelsin bahar!

Bugün coğrafik ve astrolojik anlamda baharın ilk günü... 21 Mart da bildiğiniz üzre ilkbahar ekinoksu.
Öyleyse;
Hoş gelsin bahar!
Hoşluklar getirsin!


Renk renk kır çiçekleriyle mutlu olmak için işte en özel günler.

Çarşıda pazarda demeti bir-iki, saksısı üç-beş lira...  kokutalım evimizi... ruhumuz şenlensin!










15 Mart 2014 Cumartesi

öyküden... öykü dilinden...


Öyküler bir meseleye dikkat çekmek için yazılırlar... Has öyküde ne bir eksik ne de bir fazla sözcük vardır. Her bir sözcük ve söz dizini, yazarın iletmek istediği düşünceye ışık tutmak için yazılmıştır. Çünkü öykü meseleyi direkt anlatmaz, çağrışım ve çıkarım gibi yollarla okurun alımına sunar. Bu sebeple öykünün alımlayıcısına ulaşması yazarın yazım mahareti kadar okurun da alım maharetine bağlıdır. Okur kendisine direkt değil de dolaylı yollarla iletilen anlam parçalarını birleştirerek asıl  anlama ulaşır. İzlemesi gereken yol; sözcüklerin görünen yüzlerinden arka tarafa geçip derine inmek, adeta bir madenci gibi kazı yapmaktır. Anlam metnin içine bazen parçalara ayrılmış ve kodlanmış olarak yerleştirilmiştir, okur kazı yaparken bu gizil şifreleri de çözebilmeyi amaçlamalıdır.

Öyküler "olay" ve "durum" öyküleri olarak iki ana gruba ayrılır. Olay öyküleri sözlü edebiyattan gelen bildiğimiz hikayeler gibi giriş, gelişme, sonuç bölümlerinden oluşur. Ancak bir öykü aynı zamanda bir hikaye olsa da her hikaye bir öykü değildir. Çünkü öykü illa ki bir mesele ve o meseleye giden kısa bir yol ister. Hikaye ise anlatıcının dilinde dallanıp budaklanabilir ve bir meselesi olsa dahi o  meselenin ekseninden uzaklaşıp farklı farklı konulara kaymış olabilir. Öykü ise fazlalıkları kabul etmez. Kısa ve özdür. Vurucu ve düşündürücüdür. İyi bir öykü, okurun okuma işlemini bitirdikten sonra dahi aklında yaşamaya, üstüne düşünülmeye sebep olandır.

Bir diğer öykü türü ise "durum" öyküsüdür demiştim. Durum öykülerine "kesit" öyküler de denilir. Yazar, bir an'ın ya da durumun belli bir kesitini verir ve öykünün baş ile son bölümlerini yazmadan meselesini anlatıp kalanını bilinmeyene, gerekirse okurun kendi aklı ile tamamlamasına bırakır. Bu anlatım türünde de anlatılmak istenen her şey sözcüklerin arkasına gizlenip okurun çıkarımına bırakılmıştır.

Gelelim; havadan, sudan, mutfaktan, gezmelerden söz ettiğim blogumda bu edebi bilgimi neden paylaştığıma...

Uzun yıllar yüzlerce öykü çözümlemiş biri olarak, öykü dili zamanla anlatım dilime dönüşmüş durumda... Bir olay ya da durumla ilgili bişeyler yazmak/anlatmak istediğimde doğrudan öyküleyerek yazıyor  beynim. Özellikle kesit öykü türündeki gibi, anlatmak istediğim meseleyi bir yaşantı kesiti ile yazıp baş ve sonu açık bırakmak sureti ile anlatıyorum derdimi...   Okuyucumu zeki, okuduğundan anlam çıkarabilme yetisine sahip konuma koyuyor, meseleyi direkt değil dolaylı yollarla iletiyorum... (Bakınız bir önceki posttaki anlatımım... annemin vefatından sonra kaleme aldığım yazı ve daha pek çoğu...) 

Bu anlatım, alım gücü yetersiz okura kendini ifade etmek açısından bir handikap aslında... Sizin kodlayıp ya da üstünü örtüp okuyucunun çıkarımına bıraktığınız yeri yeterince kazıyıp gizil anlam katmanlarına ulaşamaz çünkü... Dolayısıyla oradaki gerçeğe ulaşamadığı için sizin gerçeğinizin yerine kendi gerçeğini koyacaktır.  Hepsinin farkındayım... Ve hatta bir durum olmasa dahi gezi notlarımda bile anlatımımı okurun alımına bırakmak üzere, kısa ve öz yapıyorum... Bazen keşke uzun uzun, bol bol açıklamalı yazıp izah etsem mi diyorum. Ama bunu yapma eyleminin ruhumu nasıl daraltacağını bildiğimden bu fikrimden hemen vazgeçiyorum... Bilmem sizler farkında mısınız? Bloguma yazarken ben bunu hep yapıyorum... Yani az ve öz... kısa ve örtük bir anlatım...

Fark ettim ki gerçek hayatta da böyle... uzun uzun açıklamalar sıkıyor beni... Bir kaç sözcükle meselemi dile getirmeliyim ve karşımdaki aklını kullanıp ne dediğimi anlamalı! Ha bazen sözcükleri makineli tüfek gibi sıralayıp detaya girdiğim zamanlarda oluyor... Bu karşımdakinin alım kapasitesinin dar olduğunu ve sözcükleri kazıyıp altındaki gerçek anlama ulaşabilecek yetkinlikte olmadığını hissetttiğim ve de bizatihi keşfettiğim zamanlarda oluyor. Aslında kendimi ifade etmek için sözcükleri peşipeşine sıralarken ben o anda nasıl sıkılıyor nasıl daralıyorum anlatamam... Ama gerçeği de bilsin, kendi eksikliği ile bir takım yakıştırmalar, anlamlandırmalar yapmasın istiyorum... Bunu çok ender yapıyorum ama çoğu zamanda boş veriyorum.

İşte bu yazı da bu konudaki meselemi detaylıca açıklama yazısı.... Şu an geldiğim noktada sıkılmış ve daralmış durumdayım. Bu açıklamaya gerek var mıydı, diyorum... Öte yandan kendimi açık ve net bir şekilde ifade ve izah edebilmiş olmamın verdiği bir iç huzur da var. Böylelikle daha da anlaşılır olabildiğimi hissediyorum.


Bu yönüm de bilinsin istedim... Bu postun meselesi bu. :)

Özetle; alt metin okumalarını seviyorum... Yıllardır okuyorum... Bu dünyada yol almak, uzun anlatımlardan uzaklaşmak demek oldu benim için... Uzun anlatımlardan uzaklaştıkça da anlaşılma kaygısı taşımaya başladım... Özellikle burada umuma açık bir alanda yazarken...

Aklınıza takılan bir şey olursa lütfen bana sorun...



Bu arada; bir önceki yazıma tuhaf bir yorum gelmişti... polemik olsun istemedim...yayınlamadım... Ben bir annenin, (evladını kaybetmiş bir annenin) ağzından çıkan sözcüklere baktım... Anne "oğlum ekmek almaya gitti" diyorsa, o annenin sözüdür içime dokunan... hissettiğim... ve kabul etmek istediğim...
İşte bunu da açıkladım...

12 Mart 2014 Çarşamba

çocuklar bazen "düzen" kuran yetişkinlerin cehenneminden de geçebilir!

12 Eylül darbesi öncesiydi...İkiz kardeşimle ortaokul öğrencisiydik... Yazdı... Tatildeydik... Babam şehrin dışına doğru bir semtte mermer atölyesi açmıştı. Annem babamın yemeğini sefer tasına, ekmeğini meyvesini bir çantaya doldurmuş kardeşimle elimize tutuşturmuştu.  Bisikletimize atlamış babamıza yemek götürüyorduk. Daha önceki günlerdeki gibi...

Yolumuz, giderken yer yer çıkışlı, yer yer düzdü... Yokuşlarda bisikletten inip elimizle sürerek yürür, düzlüklerde uzun yolu kısaltmak için  durmamacasına pedal çevirirdik... Tepeye gelip baktığımızda şehir ayaklarımızın altında kalır; kocaman kale, koca kubbeli hapishane ve merkezdeki diğer yüksek binalar ufaldıkça ufalırdı. Köylerden göç alan, varoş bir semtti burası... İşlek ana caddede gittiğimiz sürece korkacak hiç bir şey yoktu... Annemiz ve babamız öyle diyordu. İnsana güvenin henüz oluk oluk kan kaybetmediği yıllarmış belli ki.

Cep telefonunun hayallerde dahi yer bulamadığı, anlık haberleşmenin mümkün olmadığı yıllardı da aynı zamanda...

İçinde sıcacık ev yemekleri dolu kat kat sefer tası ve torbadaki ekmek kadar katkısız, meyveler kadar doğal,  kötülük kavramının içini dolduracak  hayat tecrübesi henüz hiç mi hiç gelişmemiş iki küçük çocuk.... Büyükannesine yiyecek dolu sepet götüren kırmızı şapkalı kız misali!
Babalarına öğle yemeği götürüyorlar...
Kendi vatanlarında özgürce yol almanın keyfini ve dahi kendi küçük cumhuriyetlerinin özgürlüğünü doya doya yaşayarak...

Derken kurt göründü...
Uzakta... ama görünebilecek kadar bir mesafede...
Caddeyi enine kaplamış ve kapatmış cayır cayır yanmakta olan oto lastikleri... Kesif bir yanık kokusu... Kapkara duman hareleri... Vızır vızır sesler.... Sokak ve köy düğünlerinden aşina olduğumuz kurşun sesleri... onları bastıran -adına çocuk dünyamızda taramalı tüfek dediğimiz- makineli tüfek sesi...

Babamız yemek bekliyor... Az kaldı... Gitmeliyiz!!!...
Çocuk aklımız babamızın bizi beklediğini bastırıyor... çok yol almışız... Gitmeliyiz!
Git - me - li - (mi) - yiz !!!!

Bu düşüncelerle biraz daha yaklaşıyoruz... İki polis koşup kardeşimle beni ara sokağa çekiyor. Nerden çıktınız?... Sahi cadde bomboş... Bu dar sokak içinde, az ileride on / on beş polis....  Gelirken gözümüzde kalan o son kare; uzakta ama sanki şuracıktaymış gibi yanan boy boy lastikler.... lastiklerin arkasında koca koca variller... bir de  arkalarında kimlerin olduklarını henüz bilmediğimiz büyüdükçe öğrendiğimiz adına devrimci  denilen, anarşik girişimlerle düzen değiştirme niyetlisi  gençler...

Kimden çıktığı kimden geldiği ister bilinsin ister bilinmesin!...
O iki çocuktan biri ya da ikisi... gafilce avlanabilirdi o gün... serseri bir kurşuna gencecik yaşamlarını pisipisine heba edebilirlerdi!

AMAÇ ne idi?

Sokaklar ki!...
Özgürlüğün adresi... Adına toplum dediğimiz insan topluluklarının ortak mekanı...
Annenin pazar filesini bir eline, çocuğunu diğerine tutuşturduğu koşuşturmalı alışveriş saatleri... Babanın işten dönerken köşedeki tatlıcıda sardırdığı bir kutu fıstıklı baklavanın az sonra neşelendireceği eve varış serüveni... Halelerin, Jalelerin kalpleri pır pır halde sevgilileriyle buluşup  vedalaştıkları köşebaşı... Berkinlerin, Berfinlerin eve tazecik ekmek alıp döneceği bakkal yolu... Aceleci şoförün gaza bastığı ve dahi en gazlı küfürleri saydırdığı işlek caddeler... Simitcinin ayaklarını değil tablasını dinlendirmek için sık sık mola verdiği yorgun kaldırımlar... Güneşi gören İhsan Dede'nin iskemlesini attığı kapı önü... Ayşelerin Ahmetlerin saklambaç yuvaları... Neşelerin Mehmetlerin istop çığlıkları... Körebenin dolanıp durduğu karanlık boşluk... Elinden şekeri düşen yaramaz bebeğin avazı çıktığı kadar bağrındığı toz toprak... Ağaç gölgesi... Çiçek kokusu... Rüzgarda çırpınan çamaşır sesi... çırpılan halı sesi... kilim sesi... örtü sesi... pencerelerden yayılan radyo sesi... televizyon sesi...  Büyükbabanın torununa nasihat sesi... Sevgiliye gizli saklı taşınan goncacık gül... Babaya götürülen sıcacık sefer tası... Çocukluğun cenneti...

Sokaklar ki!...
Özgürlüğün adresi!...


Şöyle diyor İclal Aydın;
"Berkin Elvan bir çocuk.. "Düzen" kuran yetişkinlerin cehenneminden geçiyordu. Büyüdüğü yer cennet olsun!"


Ben de tüm insanlığa sormak istiyorum;
Bu düzen yıkma ve kurma meselesi; kansız, kayıpsız olamaz mı?
Berkinler yaşasa... olmaz mı?

Ya eller... çeşmeye öylesine tutulmuş o melun eller!!!

Ben görebiliyorum...

Nasıl da kanlı!!!!