25 Ağustos 2014 Pazartesi

Kabatepe Plajı - ağustos 2014

Gelibolu'da ayağımızı basmadığımız gezilesi, görülesi, nefes alıp yaşanılası bir köşe kalmış mıdır derken, Kabatepe Plajı geldi aklımıza... Yakıcı sıcağından dem vurup illa ki deniz günü olmalı dediğimiz bugünü Kabatepe'ye ayırdık bu vesileyle...

Gökçeada'ya giderken limanına uğradığımız, Şehitlikler güzergahı olması sebebiyle de civarını iyi bildiğimiz bir yer Kabatepe... Ama hiç plajına gitmemiştik bugüne dek.

Duyduk ki...
Çam ağaçlarıyla çevrili genişçe bir koyun kenarında oldukça uzun ve doğal bir plaj bulunuyormuş. Mimoza adındaki bir işletme bu plajın bir kısmına bungalov tipi motelleri, piknik masaları, duş, yiyecek-içecek gibi malzemeleri ile hizmet veriyormuş. Denizi sığmış... ve muhtemeldir ki şu günlerde çarşaf gibi.......

Her ihtimale karşı.... yine de plaj şemsiyemizi de alarak hazırlıklarımızı tamamlayıp öğleye doğru yola çıktık. 

Malum kocacık her Pazar olduğu gibi yine geç kalkmıştı, asıl kahvaltı henüz yapılmamıştı. 
Miller Petrol'ün açık büfe kahvaltısını seçtik bu kez... 

Üzerinde bulunduğumuz yarımadanın Saroz'a kıyısı olan her bir bakir koyunu, ormanını, denizini, tarlasını, bahçesini çok seviyorum ben. O sebeple direksiyonu yarımadanın bu cephesine kırdığımızda içimi hep hoşluk kaplıyor.... ve birazdan beni kucaklayacak olan güzelliğin büyüsü o anda ruhumu sarmaya başlıyor. 

Gelibolu'nun üç beş kilometre ötesinden başlayarak alabildiğince bulduğumuz ayçiçek tarlaları, bu görüntü bolluğu ile hiç de olağanlaşamadı dünyamda... Her defasında ilk kez görmüş gibi yapışıyorum otomobilin camına... ve fırsat bulabiliyorsam koşuyorum yanlarına.

Kabatepe yolu da ayçiçekleriyle doluydu... Gözüm gönlüm doluyor, ruhum doyuyordu.

Bu sersemlikle otomobilde seyrediyorken ben, Mimoza Tesisleri'ne girecektik birazdan... 

Ulu çam ağaçları ile kaplı idi her taraf.... Her ağacın altında birer piknik masası ve ağaçlardan ağaçlara bağlı hamaklar vardı... En çok da oraya buraya park etmiş otomobiller, motorlu araçlar... Ama ennn çok insan... Tıklım tıkış... Dibi dibine...

Öğrendik ki tesisin hizmet verdiği her yer dolmuş... 
Bu insan bolluğu, söz konusu haftasonu olunca sabah erkenden gelip yer kapıyormuş.

Plajın ötelerine doğru yürüdük mecburiyetle... Bir boşluk bulduğumuzda şemsiyemizi kuracak, altına konuşlanacaktık.

Şu bölüm nispeten sakindi. Otomobilimizi yukarıya park edip aşağıya, sahile yerleştik.

Sahil hem kumluk hem taşlıktı. Denizden gelip bir süre sonra kurumuş olan boy boy dallar ve yosunlarla kaplıydı. irili ufaklı taşlar, minik parlak beyaz çakıllar vardı.

Bu görüntünün bendeki çağrışımı; "insanı al buradan geriye bunlar kalır!" oldu.
Yani aslında bu mekanın asılı, esası, doğası tamı tamına bu idi... Gerçeği, gerçekliği idi... sadeliği, yalın hali idi... özü, özgünü idi... Yani biz yokken onlar vardı... Yani doğallığı idi...
İşte bu sebepti bana buraları çok çok sevdiren.

Körfez olması sebebiyle denizi Marmara'ya göre soğuktu... ama bu sıcakta insana vız geliyordu. 
Su pırıl pırıldı, berraktı. Öyle berraktı ki içinde yürürken ayan beyan görünüyordu basıp geçilen her yer, her şey...
Kestaneler vardı tek tük... yosun kaplı taşlar... ayaklarının kımıldattığı kumlardan çıkacak planktonları kapıp yemek için etrafına doluşmuş oradan oraya kaçışan minik minik balıklar... bir de koparılıp vazoya yerleştirilesi güzellikte, kıvrım kıvrım, öbek öbek, çiçek gibi yosunlar...

Ama en güzeli; denize düşen güneş ışıklarının meydana getirdiği ışık oyunları idi... 
Işıl ışıl, pırıl pırıl yansımalar... eğilip bükülmeler... kırılmalar...  ve yüzlerce kırılmadan oluşan parıltı cümbüşü... ışıltı cıvıltısı...
Ne güzeldi!


Öyle seviyorum ki aydınlığı, ferahlığı... yakıp kavuruculuğuna, insan enerjisini soğuruculuğuna rağmen güneşi görmeyi, güneşle olmayı da seviyorum ben...

Ama en çok keşfetmeyi... görmeyi... hissetmeyi...
Böyle bir sebeple çıktım yürümeye... ve buldum... hayatım boyunca ilk kez gördüğüm bu meyve görünümlü çiçekleri.
Maki gibi bodur çalıların üzerlerindeydi ve bulundukları alana akik gibi serpiştirilmişlerdi.
En çok kuşburnu ya da kızılcıkla benzeştirilebilirlerdi belki... lakin benim için mücevher kadar asil, mücevher kadar değerlilerdi. Eve getirilesi kadar özel, bakıp bakıp seyredilesi kadar güzellerdi.

Yaz sıcaklarının artması ile birlikte kır çiçekleri kayboluyor, doğadaki yerlerini dikenli bitkiler alıyor ya... bunda da bir hikmet, bir güzellik olduğunu düşünüyorum aslında. Gerçeklik payı var mı bilmiyorum... Bu dikenli bitkiler bazı hayvanların sığınakları ve korunakları imiş... Düşünüyorum da, bu bitkiler dikenli yüzeyleri ile kendilerini de koruyorlar bir bakıma... 

Ben her dikenli bitkinin ayrı bir güzelliği olduğunu da düşünüyorum. Fark ettiğim her dikenli bitkiye odaklanıp detayında neler olduğunu anlamaya, gereksiz ve önemsiz addedilecek bu şeyin dokusundaki incelikleri keşfetmeye çalışıyorum.

Bir dikeni keşfetmekle başlayacak belki de her şey!
Belki böyle böyle kendi cinsimizde kolayca bulduğumuz nefret hissini köreltecek, kriterlerimize uymayan insanlardan bu kadar kolay tiksinmeyecek, bu kadar kolay nefret etmeyeceğiz. 

İnsan... ne kadar sevgi, ne kadar iyilik, ne kadar hoşgörü dolu ise o kadar insan!

Misal... bazen buraya eklediğim kişisel fotoğraflarımın okuyucular üzerindeki etkisini, sevgili okur'un! bu fotoğraflara verebileceği tepkinin niteliğini merak ediyorum. Çok farklı tepkiler geliyor aklıma... Bazılarını gösterebilecek insanların iç dünyalarını merak ediyorum... Eksikliklerini... eksik gediklerini bir an önce görmelerini ve içlerindeki o boşluğu güzel şeylerle doldurmalarını diliyorum. İşim gereği çok kadınla tanışıyorum... Öyle tatlı, öyle şeker kadınlar tanıdım ki.... ama öyle şeytan, öyle fesat, öyle haset kadınlar da tanıdım... Bazen düşünüyorum, dünyayı kurtarması muhtemel güzellik gelip bu kadınları da bulunca mı kurtulacak dünya gerçekten? 

Düsturum hiç değişmeyecek.... az insan, az diyalog... çokça kırlar... çiçekler... doğa... çokça yalnızlık... çokça üretmek... güzel şeyler çıkarmak... 
Rahmetli annemin sıkışık zamanları tanımlayan deyimi ile.... iki taşın arasında dahi... üretmek... üretmek... üretmek...


Dünyayı güzellik kurtaracak...
Bir insanı sevmekle başlayacak her şey!

Hadi iki liste yapın... Birine sevdiğiniz insanları, diğerine sevmediklerinizi sıralayın... hoşlanmadıklarınızı da ikinci listeye eklemeyi unutmayın.
Sonra karşılarına neden sevip neden sevmediğinizi ya da neden hoşlanmadığınızı yazın...
Sonra bu nedenlerinizin niteliğini sorgulayın...
Sonra kendinizi... iç dünyanızı... iç dünyanızdaki insanın kalbini sorgulayın... Ama bunu dürüstçe yapın.

Hadi korkmayın!



8 yorum:

  1. Çok güzel okurken bile ruhum dinlendi doğrusu ;)

    YanıtlaSil
  2. Ne kadar az insan o kadar az dert :) insan gibi insanlarla karşılaşmadıkça benimde bu düşüncem değişmeyecek Ruşencim ... biraz nefesleneyim istediğimde senin bloğuna uğruyorum her zamanki gibi çok güzel herşey.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. keşke tüm insanların kalbi aynı tornadan çıkmış olsaydı... dünya ne güzel olurdu... ama senin blogun gibi içaçıcı, ferah köşeler de var iyi ki... yeni postunla birlikte (pc başındaysam eğer) içimi açmaya koşuyorum ben de. :)

      Sil
  3. düsturunuz benim de düsturumdur ve ben de çok memnunum bu durumdan... bol keşifli, öğrenmeli, keyifli, üretimli günler...

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. kafamız rahat, hayat böyle daha güzel.. :)

      Sil
  4. bu güzel fotoğraflardan ve bu samimi yazıdan sonra ben de sanki gitmiş,görmüş ve hatta denizine bile girmiş hissettim kendimi:))Ne güzel anlatmışsınız..kaleminize sağlık,yüreğinize sağlık.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. bu tatlı yorum için çoooook teşekkürler... öpücükler...

      Sil