Sürekliliğini zaman zaman akamete uğratıp sonra hiç bir şey olmamış gibi yazmaya devam etsem de nurtopu gibi iki blogum var ve söz konusu blog sahipliği olunca sanki iki çocuğum varmış gibi hissediyorum. Birine yazıp diğerine yazmadığımda da için için suçluluk hissediyorum. İçimde bu his kabarıp köpürürken mantıklı yanım -ki kapladığı alan duygusal yanımdan daha fazladır- devreye girip pek mantıklı gerekçelerle içimi rahatlatma yoluna gitse de, kabartı ve köpürtü epeyce bir sönmesine rağmen yine de geriye kalan eser miktardaki halinden tamamen kurtulamıyorum. İç dünyam böyle bir ahval ve şerait içindeyken gelip bu bloguma da bir şeyler yazmak istedim. Spontan bir dökülüşle bu yazı nerelere dek gidecek bakalım görelim...
Son postumu 23 Aralık 2022 de yazmışım. Handiyse 2023 ten 6 ayı bulacak kadar bir zaman geçmiş. Yeni evimizi alıncaya dek geçici olarak taşındığımız evimizde yaşamaya devam ediyoruz. Çünkü evimiz henüz satılmadı. Zira bu işi profesyonelce yaptıklarını düşünüp satış eylemini kendilerine devrettiğimiz iki emlakçı da evi satmayı başaramadı(!) Meğer emlakçıların çoğunun bu hali onlar için büyük başarı imiş aslında. İçine girmesek bilmeyecekmişiz. Meğer uyanık emlakçılar "müşteri yok, kimse satın almıyor" diyerek evini satmak isteyenleri aylarca oyalayıp sonunda da "evinizi kimse almıyor, fiyatını kırın" diyerek ev sahiplerini kandırıp düşük fiyata ya doğrudan kendileri alıyormuş ya da bir tanıdıkları aracılığyla dolaylı yoldan yine kendileri alıyormuş. Sonra da bir kaç ay bekletip üzerine epeyce bir miktar ekleyip kendileri için satıyorlarmış. İki emlakçı ile çalıştık. İkisi de aynı karakterde çıktı. Dörder ay oyaladılar, sonunda ağızlarındaki baklayı çıkardılar. Birinin yüzüne, diğerine de telefonda ne nane olduklarını söyledik. Evimizi satamadan kendilerini başımızdan defettik. Birinci emlakçı satılamayan(!) evimize doğrudan kendi talip oldu. Hem de fiyatını epeyce bir kırarak. İkinci emlakçı ise deprem sonrası ev fiyatları aniden fırlayıncaya dek bir türlü müşteri bulamadı ama ne hikmetse fiyatlar artınca hemencecik birini buldu. O da artan rayiç bedeli üzerinden değil, depremden bir kaç ay önce belirlediğimiz fiyat üzerinden. Depremle birlikte dairenin fiyatı neredeyse bir milyon tl daha arttı. Ama emlakçı uyanıklık yapıp deprem öncesi fiyatla müşterisine(!) satış yapacak, belli ki sonrasında o bir trilyonu üzerine ekleyerek aradaki farkı kendine cukkalayacaktı.
Şöyle ki; Adam çarçabuk müşteriyi(!) bulmuş, ama biz müşteri ile hiç tanışmadık, hiç konuşmadık, bununla kalmamış sözleşmeyi kendi kendine hazırlamış -ki ona böyle bir yetki vermemiştik- aylardır daireye doğru düzgün müşteri bulamayan adam günde kaç kez telefonla arayıp ısrarla gidip imzalamamızı istedi durdu. Meğer derdi bir an önce evi kapmak imiş. Allahtan piyasada neler olup bitiyor takipte olduğumuz için geç kalmadan uyandık.
Dolayısıyla emlakçılara güvenimiz bir de değil tam iki kez sarsıldı. Üçüncü bir emlakçıya vermekten kaçındık. Bir süre mümkünse uzak duralım. Bir buçuk ay kadar önce internet ilanlarını kendimiz verdik. Tanıdıklara haber saldık. Bir de böyle deneyeceğiz. Ya da böyle de olmayacak da belki yine emlakçılara mahkum olacağız. İçlerinde işini Allah korkusuyla yapan birileri vardır da onlara denk geliriz inşallah. Var mıdır? Belki de emlakçılığın raconu bu. Hem alıcı hem satıcı müşterileri kazıklamak onların asıl işi. Kısa zamanda büyük kâr getirebilecek evleri biliyorlar ve satışına engel olup ucuza kapatarak büyük vurgunlar vuruyorlar. Belki de emlakçılık, satışlarda aracı olup üç beş komisyon almaktansa gerçekte bu. Bu denli çirkin bir iş! Bilemiyorum.
Zaten hukukun yargıçlık, hakimlik, savcılık, noterlik gibi mesleklerini sevmeme rağmen avukatlık mesleğini de tanıdıkça hiç sevmedim, bir de ona şimdi emlakçılık eklendi. Her eğitim-öğretim dönemi başlangıcında öğrencilerle tanışırken ne olmak istediklerini sorardım, ben de her öğretmen gibi. Doktor, mühendis, öğretmen ve avukat meslekleri en önde gelir. Avukat olmak isteyenlere " kolayca ve vicdanın rahatsız olmadan yalan söyleyebiliyor musun" diye sorarım. Çocuklar tabii ki, "hayır öğretmenim yalan söylemek çok kötü bir şey" türü şeyler söylerler. Peki senden bir katilin ya da hırsızın avukatlığını yapmanı isteyecekler. Sonuçta avukatlık kişinin işlediği suçtan ya da üzerinde oluşturulan şaibeden kurtulmak istediği için destek almak amacıyla başvurduğu bir meslek. "Sana suçsuzlar kadar gerçekten suç işlemiş kişiler de gelecek. Bir adam karısnı, çocuklarını katletmiş ama sana para verip senin kendisini mahkumiyetten az cezayla kurtarmanı isteyecek. Bu durumda sen de o katili savunmak zorunda, mahkemeye suçunu hafifletecek şeyler söylemek zorunda kalacaksın. Belki de çok fazla yalan söyleyeceksin. Belki de katilin öldürdüğü kişi tamamen suçsuz olsa da suçun bir bölümünü de ona isnat ederek katilin suçunun hafiflenmesine çabalayacaksın. Yani aslında sen belki de bazen kötülük yaparak para kazanmış olacaksın. Buna hazır mısın?" diye sorarım. Cevabını önemsemem ama çocuğun bu mesleği isteyip istememesini sorgulamasını sağlarım. Şimdi artık emlakçılık mesleğine dair de belli bir fikrim oluştu. Tüm emlakçılar değil elbette ama bazı emlakçılar paralarını yalanla-aldatmayla kazanma yoluna gidiyorlar demek ki. Her iki deneyimde yaşadığımız şey tam da buydu.
Hayat her şeyi öyle altın tepside sunmuyor. Bir şeyleri elde etmek her zaman kolay ve çabuk olmuyor. Ama sonunda her şey olacağına varıyor. Biz de bu süreci sorun haline getirmeden akışına bıraktık. Sahip olduklarımızın değerini bilerek yaşamaya çalışıyoruz. Bazılarına uzanamıyoruz bile. Misal annemle babamdan ayrı ayrı zeytinlikler kaldı, ceviz ağaçları da... Ama bin kilometreden fazla uzaklıkta oldukları için ne gidebiliyoruz, ne görebiliyoruz. Oysa görmek, dokunmak, hasbihal etmek, ihtiyaçları karşılanırken-ürünleri hasat edilirken yanlarında olmak, bazı günlerimi benim diyebildiğim bir zeytin ağacının gölgesinde kitap okuyarak geçirmek isterdim. İnsan sahip olsa da bunların hiç birini yapamayabiliyor. O yüzden başımızı sokacak evimiz var mı var, tenceremizde çorbamız kaynıyor mu kaynıyor, kendimizi oyalayacak kadar yakınlarımızda da bir toprak parçamız var mı var, gerisi hiç önemli değil. Sağlık ve huzurdan gayrı şu dünyada ne önemli ki!İnsanların katliamla, açlıkla, susuzlukla, vatansız kalıp sığınmacı olmakla veya kendi vatanında homeless olup evsizler-kimsesizler kervanına katılarak sınandığı şu dünyada başımızı sokacak bir evimiz ve ocakta kaynayan bir tenceremiz olduğu sürece dünyanın en şanslılarından olmasak da "şanslı azınlıklar"ının içindeyiz. Elhamdülillah!
Buraya yazmayalı bir yılbaşı, bir ramazan ve bir bayram geçirdik. Yılbaşı kutlamalarını kendi öz kimliğimizin üzerine geçirilmiş ve bizi kendi kimliğimizden koparmak için kasıtlı olarak hayatımıza monte edilmiş bir araç olarak keşfettiğimden beri artık yılbaşı geceleri benim için bir anlam ifade etmiyor. Yeni bir yıla giriyor olmayı önemsiyorum ama. Geçip giden yılın muhasebesini yapıyor, gelecek günler için yeni kararlar alıyorum. Bu yıl için de vardı güzel hayallerim, bir kaçını hayata geçirdim, bazıları için ümitvarım ve beklemedeyim. İnsan ümit ettiği sürece yaşam daha anlamlı hale geliyor. Belki ben maneviyatı güçlü biri olduğum için böyle hissediyorum. Ümitlerimin tazelenmesini, onları gerçekleştirmemi sağlayan yaradanla daha da bir gönül bağı kurmayı seviyorum. Bu ramazan hayatımda bir ilki gerçekleştirdim. Tüm ay boyunca evimin yanındaki camiye teravih namazına gittim. Daha önce başka camilere bir ay içinde iki üç kez gitmişliğim olmuştu ama ilk kez bu yıl (iftara misafir kabul ettiğim ve iftara davet edildiğimiz dört akşam hariç) teravih namazlarımı camide kıldım. Öyle lezizdi, öyle güzel tat aldım ki bittiğinde hem üzüldüm, hem boşluğa düştüm. Gelecek ramazanı şimdiden dört gözle bekliyorum. İlk gittiğim akşam seccade ve tesbih götürmemiştim. Bir yanımdaki tanımadığım kadın seccadesini yan çevirdi, yarısını benimle paylaştı, diğer yanımdaki kadın tesbihini çektikten sonra (baktı ben parmaklarımla çekiyorum) tesbihini kullanmamı teklif etti. Reddetmedim, aldım bir kez de onun ikramı tesbihle yaptım tesbihatımı. Ne ki iyiliği yerine ulaşsın. Kimseleri tanımasam bile bir kaç akşam sonrasında selamlaşıp hal hatır sorduğum cami arkadaşlarım oldu. Tanışıklığımızı sonrasında da devam ettirdiğim yeni yeni arkadaşlarım oldu. Kadınlar kızkardeşti, candandı, yakındı. Ramazanın ortalarına doğru artık birbirimizi öyle benimsedik ki önce gelen diğerlerine yer ayırıyordu. Bir akşam ben yine boş yer bulmak ümidiyle oraya buraya bakınırken ve aslında her akşam yürüdüğüm hatlarda yürürken (seccade dışında kalan yerler) bir yer seçtim ve hem kendime hem arkadaşıma seccademi sererek yer tuttum. Alt katta kur'an okuyan cami hocasının sesini herkes huşu içinde dinlerken arkamdan bir el sırtıma dokundu ve azarlar gibi "geçerken neden bakmadın, seccademe bastın" dedi. Meğer duvar dibinde taburenin üzerinde ve tam da köşenin dönemeç yerinde oturuyormuş bu kadın. Namazını da taburede kılacağı için seccadesini ötelere, insanların yürüyeceği yere açmış. Benden önce başkaları da görmeden basmış. Ben daha bunları öğrenmeden kadının seccadesini açtığı yeri görünce , "yahu kim bile bile seccadeye basıp geçer, sen öyle bir yere açmışsın ki insanlar özellikle gelsin de bassınlar gibi" dedim. Kadın duraksadı. Sonra ileri gidip "gözünün önüne baksaydın" dedi. "Sen gözünün önüne baksaydın da herkesin gelip geçeceği köşe başına seccade açmasaydın" diyerek yüzündeki bet ve şeytani bakışın üstüne üstüne gittim. Sonra benden önce aynı duruma maruz kalan kadınlar dile geldiler. "Seccadeyi açtığın yer yol üzeri, hem seccadeni oraya açıyorsun hem de insanlara suç atıyorsun" diyerek destekleyici sözleriyle yanımda yer aldılar. Meğer kadın da sevilmezin, nursuzun teki imiş. Hani kadın kadının düşmanıdır sözüyle yatıp kalkan kadınlar var ya, bu kadın o sözün hayatındaki gücünü cami gibi mukaddes bir yerde dahi kıramamış. Acıdım sonra, belki de bizler camide tanışıp bu kadar yakın arkadaşlıklar kuruyor iken o uzaktan bizlere bakıp kurtlanıyordu. Aramıza katılmaktansa tek tek canımızı yakmayı seçmişti. O kadın da yeryüzündeki benzerlerinden biri idi. Camideki güzel anılarımın arasına o da ilişti. Hayat zıtlarla kaim değil mi? Blogumda da yer bulsun. Öyle "ben Allahın pek bir iyi kuluyum, karşıma hep iyi insanlar çıkıyor" diye kendine evliya-enbiya rolü biçenlere de örnek olsun. Burası dünya, iyisi de var, kötüsü de!
Bu bölümü okuyanlar, o kadını da yanınıza alıp iyilik gösterseydiniz gibi bir iyilik havariliğine soyunabilir. Ben o yaşları çoktan geçtim. Artık insanları olduğu gibi kabul ediyor, söyleyeceğim bir şey varsa söylüyor, daha da yanımda yöremde tutmayıp ruhumu yormalarına izin vermiyorum.
Ayrıca buraya neden mi yazdım? "Ben çok iyiyim, o yüzden Allah bana torpil geçiyor, heeeeep iyilerle karşılaşıyorum" zırvalarından kimse kendini kötü hissetmesin diye. Böyle diyen insanların hayatlarına ya yeni insanlar girmiyor, her zaman bir arada oldukları insanlar dışında başka insanlara temas etmiyorlardır ya da kendilerini avutuyorlardır. Hayatlarımıza çok fazla iyi niyetli insan girer ama tek tük de olsa kötü insana da rast geliriz. Bazı illerde-ilçelerde, bazı iş kollarında-sektörlerde, bazı sosyal sınıflarda-statülerde, bazı toplumlarda-ailelerde kötü insan sayısı iyilerden çok daha fazladır. Oralarda kötülüğe maruz kalma ihtimalimiz çok daha yüksektir. Sizin kötü niyetlilere rast geliyor olmanız, kötü biri olduğunuz için başınıza geldiğine kanıt sunmaz. İyilik yapan her zaman iyilik bulmayacağı gibi, kötülük yapan da her zaman kötülük bulmaz. Psikoloji bilimi de bunu vurgular zaten zaten. Doğrudan etkimiz dışındaki olaylar bizden kaynaklanmaz.
Günümüz iletişim araçları insanın kendisini her daim eksik, her daim yetersiz hissetmesini dikte etmekte. Sosyal medyada herkes her an mutlu, hep iyi, hep dürüst, hep duyarlı, hep güzel, hep mükemmel, hep kusursuz. Sanki insanüstü varlıklar ve dünya dışı bir alemde yaşıyorlar. Sözü hâlâ bitirememiş olmamın sebebi de bu, etrafımıza örülmek istenip içinden çıkmamamız için çaba sarfedilen illüzyonun aksine gerçekleri olabildiğince dile getirmek gerek. Hiç kimse mükemmel değil, hepimiz bazı şeylerde az ya da çok eksiğiz ve yetersiziz.
İyi ki ramazanda böylesi güzel cami atmosferi solumuş, ramazanın güzelliğini ruhumda hissetmişim. Yoksa gerçekten ramazanın geldiğini anlayamayacaktım bu yıl. Ramazan davulcusu yoktu mesela. Gelibolu belediye başkanı ödeme yapamayacağını söyleyerek davulcuların ramazanda davul çalmasını iptal etti. Sahurda uykularımızdan uyandıran davul sesini yaşamadık bu yıl. Ayrıca evimiz ilçe mezkezine uzak olduğu için top sesinden de mahrum kaldık. Yıllardır gümbür gümbür duyduğumuz iftar toplarını bu yıl hiç duymadık. Eve geçici olarak taşındığımız için duvarlarına zarar vermemek adına ramazan süslememi sehpa ve masa üzeri dekore etmekle sınırlandırdım. Taşınırken simli kartondan yaptığım fenerler bozulmuş çöpe atmıştım, yine bir taşınma daha sözkonusu olacağı için yeni hiç bir şey yapmadım. Olanları dahi kutularından çıkarıp kullanmadım. Dolayısıyla salondaki bir kaç detayın dışında ramazanı çağrıştıran cafcaflı şeyler de yoktu evde. Bol bol kuran okudum. Yine diyanetin sitesindeki mukabele videolarıyla hatim indirdim. Daha önce okumadığım isimlerden tefsirler ve mealler okudum, dinledim. You-tube da ramazan sohbetleri ve yurt içinden ve yurt dışından başka başka hafızlardan, hocalardan kuran dinledim. Defalarca yazmışımdır, şu hayatta en çok kuran ve ezan sesini, kuş sesini, bir de çocuk sesini seviyorum. Kuran dinlemekle irtibatım sadece ramazanda değil, her fırsatta mutlaka youtube dan açıp açıp dinlerim. Ama ramazanda bu halime pik yaptırıyorum.
Ramazan bitmeye yakın bayrama bir kaç gün vardı ki salonun fransız balkonunun demirlerine takılı çiçekliğimize bir kumrucuk gelip yuva yapmış. Yuva yaptığını görünce hiç dokunmadık, bayram yakın olmasına rağmen camları dahi silmedik. Bazen yuvada hareket edip şöyle bir havalanıp yer değiştiriyordu, ilkin tek yumurta vardı. İki gün sonra ikinci yumurta göründü. Sonra üstüne kuluçkaya yattı. Ben böyle gidip gelip pencereden dikizlesem de ilk zamanlar farketmedim, meğer iki kumru varmış, biri anne diğeri baba, yumurtaların üzerine vardiyayla yatıyorlarmış. Süreyi tam bilmiyorum ama 20 gün, belki de daha uzun bir zaman sonra ebeveyn kumru yuvadan kalkıp balkon demirine tünemişti ki yuvada iki tane çirkin mi çirkin, tüylü tüylü, topalak yavru gördüm. Defalarca anne ile babanın bu yavruları besleyişlerine tanık oldum. Her fırsatta da instagram hikayelerimde paylaştım. Yavrular ilk sarı tüylerini döküp kanatlanmaya ve büyümeye başladılar. Ebeveynleri de onları yuvada daha uzun süre yalnız bırakmaya başladı.Bir sabah kalktım baktım ki yavrular yuvada yok. Biri daha hareketliydi acaba yuvadan düştüler mi dedim. Balkon fransız balkon olduğu için küçük. Çiçek saksılarım var. Saksıların sağına soluna baktım. Biri orada. Eşim geldi iyi ki, aldı hemen yuvaya koydu. Ben yapamam. Evet... o kadar kırlara çıkıyorum, doğadaki güzel şeylerin yanı sıra pis şeylere de rast geliyorum. Kazara köpek kakasına mı bastım o ayakkabıyı çöpe atarım, eldivenle de olsa asla temizleyemem, yıkayamam. Eşim atacağımı bildiği için alır kendi yıkar. Bu yavruyu da alıp koyamazdım sanırım. Neyse ki geldi aldı ve yuvasına koydu. Ama içim rahat etmedi, elime eldiven geçirip poşetleri alıp doğru aşağı indim. Apartmanın etrafını dört döndüm. Diğer yavrudan iz yoktu. Merdivenden inerken "almalısın Ruşi" diyerek adımlıyordum merdivenleri. Yok... Bulamadım. Ne olduğunu anlayamadık. Yavrulara ya da yuvaya insan eli değince ebeveyn kumrular yavrularını açlığa terkedebiliyormuş. Allahtan kısa bir süre sonra ebeveynlerden biri geldi. Yavrunun üstüne yattı. Akşam bir ara anne-baba yoktu, yavru yuvada tekti. Anne-baba gelinceye dek pencere kenarından ayrılmadım, bekledim. Artık hangisi bilmiyorum, hanfendi mi beyfendi mi, biri geldi de kendi hayatıma dönebildim. Ertesi gün ebeveynler yavruyu uzun süreli yalnız bırakmadılar. Ama akşam olunca bir baktım yavru yuvada yine yalnız. İşimi gücümü halledip pencere nöbetime yine başladım. Hava karardı, saat sekiz oldu, dokuz oldu, on oldu... O gece saat 1e dek gözümden uyku akarak bekledim. Gelmediler. Gittim yattım. Ertesi sabah uyandım ki yuva bomboş. O da yok olmuş. Eşim gece baykuşların ava çıktığını, bir baykuşa yem olmuş olma ihtimalinin yüksek olduğunu söyledi. Kargalar da belki olabilirmiş. Veya martılar... Hangisi yaptı ise, gözümüzün önündeki yavrular yok oldu, gitti. Üzüldüm. Alışmıştım. Yuva boştu. Çiçekliği çıkarıp içindeki saksıyı atmak gerekiyordu. Kuş kakalı olduğu için yapamazdım. Bu pis işi de eşim halledecekti. O akşam için geçsin yarın yaparım dedi. Ertesi sabah perdeyi açtım ki, başka bir kumru gelmiş yuvada yatıyor. Meğer kumrular diğer kuşların yuvalarına rahatlıkla yumurta bırakır, başkalarının yuvasını kendilerine yuva yaparlarmış. Canlı canlı örneğini gördük. Bu kez de yine aynı "yuva yıkanın yuvası olmaz" sözü dilimizde yankılanıp alıkoydu bizi. Yine camları silemeden, o pencereyi kullanamadan bir on beş - yirmi gün daha bekledik. Yine önce tek yumurta göründü. İki gün sonra bir yumurta daha geldi. Kuluçka süresi bittikten sonra da 2 gün arayla mini minnacık iki yavrucuk doğdu. İlk iki yavruyu ilk görüşümüzde bunlardan daha büyüklerdi. Demek ki onlar yumurtadan çıktıktan sonra annelerinin altında büyümüş biz günler sonra görmüşüz. Bunları doğdukları gün, hatta ikinci yavruyu başını yumurta kabuğundan çıkarırken gördüm. Annesi yardım etti ve kırık yurmurtayı gagasıyla alıp yzak bir yerlere taşıdı, muhtemelen attı. Bu mini minnacık yavrular dünyaya geleli henüz üç gün olmuştu ki bir sabah erkenden salonda pc de öykü yazıyordum. Öykünün de içine öyle düşmüştüm ki zihnim yazdıklarımla meşguldü. Pat pat bir kanat sesi duydum. Baktım anne (belki de baba) balkon demirinde duruyor. Önceki ebeveynler sabah balkon demirine geçip yuvadaki yavruları yalnız bırakıyor, güneşle ısınmalarını sağlıyorlardı sanırım. Belki de d vitamini almalarını... Çünkü bu duruma çok şahit olmuştum. Bu ebeveyn de şimdi aynı şeyi yapıyordur diye, kalkıp da bakmadım, öykümü yazmaya devam ettim. Bir kaç dakika sonra yine bir pat pat kanat çırpma sesi oldu. Kalktım bu kez, yuvaya baktım, yuva bomboş. Ah yine çiçek saksılarının aralarına bakınmalar, yine eldiven poşet alıp apartman etrafını kolaçan etmeler. Yok, gözümüzün önünden tek tek yok oldu yavrucaklar. Annesi sanırım, ebeveyn kumru da gelip bir dönüp yuvaya bakıyor bir dönüp bana bakıyor. Ah yine üzüntü. Eşim uyandı, hemen daha o an çiçekliği çıkardı, saksıları çöp torbasına attı. Oraları temizledi. İkisi de hüzünle sonuçlanan kumru yavrulama macerası da böylece sona erdi. En çok da bu hayvancıkların koskoca ilçede ya da bizim oturduğumuz semtte yavrulayacak bir yuva bulamayıp bizim balkon demirindeki çiçekliğe muhtaç kalmış olmaları beni hüzne garketti. Sonra yavruların yok oluşunu hatırlayıp daha da üzüldüm. Hasılı, giden yavrulara mı üzüleyim, ebeveynlerin daha korunaklı bir yer bulup oraya yumurta bırakamayışlarına mı, bilemedim.
Buraya post yazmama sebeplerimden biri de fotoğraf makinemi artık yanımda taşımıyor oluşum. Telefonla çekilenlerin kalitesi çok düşük. Ama koca makineyi çantada taşımak, her an çıkarıp yeniden yerine koymak büyük külfet. Yaşlanıyorum artık. İlçe merkezine gidiş gelişlerimi yürüyerek yapmaya çalışıyorum. Ki spor olsun bana. O yüzden en küçük ebattaki çantalarımı alıyorum yanıma. Kırlara çıktığımızda da bazen yanımızda götürdüğümüz makineye sıra gelmiyor. İnstagramın hikayelerine de eklediğim için çoğu zaman fotoğraf dahi çekmeyip yalnızca video çekiyorum. Bazen de habersiz çekiliyorum böyle. Saçım bu halinden biraz daha uzadı. Ve ben böyle pamuk teyze oldum.