22 Kasım 2014 Cumartesi

less is more!

Blogumu uzun süredir takip eden arkadaşlarım biliyordur... 25 yaşında kızım var benim... 2 adet üniversite öğrenimi tamamladı. Kendi ayakları üzerinde duruyor.

Çocukluğuna gideyim önce... Çok şeyi erken öğrendi, keşfetti. Okumayı mesela... 4 yaşındaydı... İlçe kütüphanesine üye yaptık... Bir yılda kütüphanedeki tüm çocuk kitaplarını bitirdi. 4 işlem, sayı doğrusu, aldıkça ingilizce, hayat bilgisi,  genel kültür derken,  birinci sınıfı okumadan ikinci sınıfa atladı... Hiç bir müzik eğitimi almadan gitar ve klavyede akor basmayı kendi kendine keşfetti.  Anne ve babasını "otur, ders çalış" moduna hiç bir zaman getirmedi. Hayata karşı sorumluluklarını her daim bildi. İşlenmeye müsaitti... hem işlendi... hem de kendini işlemeyi becerdi. Lise ikinci sınıfta üniversite için  hedefini belirledi, hedefine ilk tercihiyle ulaştı. Salt eğitim-öğretim anlamında değil... davranış, karakter, tavır ve hayata karşı duruş açısından da... merhametli, sevecen, insancıl... ve de en önemlisi; her daim olgun bir çocuktu. Çok küçükken dahi olacak-olamayacak şeylerde huysuz ısrarcılıkları hiç olmadı. Anne ve babasının parası yeterli ise istediği şey alınırdı, bilirdi. "Şimdilik alamayız" denildiğinde, "paramız çok olunca alırız" deme olgunluğunu gösterecek kadar aklı başında idi. Markete gittiğimizde abur cubur reyonuna yollar, "canın ne istiyorsa al yavrucum" derdik, en fazla bir veya iki şey alır, tüm ısrarlarımıza rağmen daha fazlasını almazdı. Tok gözlüydü.... kanaatkardı... idare edici, değer bilici idi..

Büyüdü... bu huyları hiç değişmedi...

Ben ona hayatı öğretmeye çalışırken, aslında o da benim için iyi bir hayat öğreticisi oldu.

Hala da olmakta...

Son zamanlarda bana verdiği hayat derslerinden biri üzerine gidip gelip düşünüyorum...

"Eşyadan azade yaşam" felsefesini henüz hayatının başında keşfedebilmiş bir genç kız o. Oysa ihtirasların ve isteklerin tavan yaptığı yaşlardır o yaşlar... Hele ki ekonomik özgürlüğüne kavuşmuşsa kişi, harcamak, almak, tüketmek dürtülerinin girdabına kolayca girebilir. Nitekim çoğumuzda bu böyledir... yaşla da alakası yoktur... ileri yaşlarda dahi gerçekleştirilebilir.

Ama o, "bir şeyin işlevi yoksa, hayatımda da yeri yoktur" diyerek fazlalık gördüğü şeyleri, hayatına daha girmeden kapıdan çevirebilecek olgunluğa erişmiş durumda. O şey, bir işe yaramıyorsa evine ve hayatına dahil etmiyor. Yalnızca nesneleri değil, insanları da... "Az insan, az eşya, çok huzur" düsturunu kabul ediyor. Ve israf kaçınılması gereken kötü bir şey onun için... ziyana tamamen karşı.

Uzaktan bakınca... kızım adına; hayatın, nesnelerin ve dahi insanların tamamının çok da fazla önemsenecek şeyler/kimseler olmadığını, daha yolun başında keşfetmiş olmasına seviniyorum. Hayat bir şeyleri ciddiye alacak, mesele yapacak, merkeze alıp büyütecek ve peşinde sürüklenecek kadar ne çok uzun, ne de heba edilebilecek bir süreç.

Gelelim bana... Bu düşüncelerin doğruluğunu  keşfetmiş olmakla birlikte, kabul etmeme rağmen, uygulamada zorluklar yaşamış, hayatına tam olarak monte edememiş biriyim ben... Özellikle eşyalarıma karşı duygusal bağlarım vardır. Hele hele aileden, çocukluktan kalma anısı büyük eşyaları atamayacak, birilerine veremeyecek kadar tutku ile bağlıyımdır. Son bir kaç yıldan beri ise toplayıcı, biriktirici, atamayıcı tarafım hayli gelişip hayli büyümekte. İşlevi olmayan çok şey evimin ve hayatımın bir yerlerinde, ta içinde.

Eşimin görevi nedeniyle diyar diyar gezip, 27 yılda 14 ev değiştirmiş olmama rağmen, benimle aynı konumda olan arkadaşlarımın içinde en büyük vitrin, en büyük gardrop, en fazla koltuk, sandalye, masa, en çok çiçek, en çok ıvır zıvır hep bende idi. Taşınmalarda ıvır zıvırlarımı yüksünmedim, tek tek sardım koliledim... tek tek açtım, kah görünür yerlere kah kapalı dolaplara yerleştirdim... Yer bulamayanları kutularında, hurçlarında öylece beklettim.

Bendeki bu tuhaflığı keşfeden eşim, zamanla çok şeyi ben görmeden atma ve verme yoluna gitti. Fark ettiğimde ise çatır çatır kavga ediyor, oturup saatlerce ağlıyordum. O da habersizce atma-verme tavrını bıraktı sonra, ama en kararlı ve yaptırım gücü yüksek ses tonu ile gözümün önünde atıp veriyordu bu kez. Modası geçmiş gümüş tepsilerim, gondollarım, porselenlerim, sehpalarım, çiçekliklerim, mutfak eşyalarım, kitaplarım, hobi malzemelerim, Melis'imin küçüklük oyuncakları, eşyaları, giysileri zapt-u rapt ile elden çıkarken çaresizce bir köşede ağlıyor, kendime kahrediyordum.

Ve hala bu halet-i ruhiyeden tam anlamıyla uzaklaşabilmiş değilim. Özellikle kızımın çocukluk hatıralarının çoğunun evden gitmiş olmasına, aklıma geldikçe çok üzülüyorum.

Yine böyle bir zorla atma-verme süreci sonunda, elimde kalmayı başaran, kızımın küçüklük giysilerini ve ayakkabılarını eşimden gizli, kargo ile anneme yollamış,saklaması için sıkı sıkı tembih etmiştim. Sağolsun Ayşen ablam giysilerin olduğu bohçayı otomobillerinin bagajına atıp Mersin'e götürmüş... Tam 20 yıldır, evinde, misafir yatak odasının gardrobunun bir köşesinde,  benim için hala saklıyor. :) Arada çıkarıp havalandırıyor, yıkayıp, kurutup yeniden yerlerine koyuyor. Ben gittiğimde ise bu değerli hazinemi açıp bana gösteriyor, ne zaman alacağımla ilgili hiç bir soru sormayıp hiç bir yorum yapmadan yeniden yerine kaldırıyor. Evimi ve kendimi hazır hissettiğimde alacağımı düşünüyordur belki. Annemde kalan ayakkabılar ise, annemin 1,5 yıl önceki vefatı sonucu, evdeki fazlalıkların atılma kararı ile diğer tüm eşyalar gibi birilerine verilmiş, dağıtılmış oldu...  haberim olmadan...  Duyduğumda nasıl üzüldüğümü anlatamam. Erkek kardeşimin eşi bir çiftini bir yerlerden bulmuş, aylar sonra bana verdi. Dünyalar benim oldu. Şimdi evimde, arka kapalı balkonumda, çocukluk patenleri ile birlikte, bir kutunun içinde öylece duruyorlar. :)

Hasılı... dolaplarım, çekmecelerim ıvır zıvır dolu. Atamıyorum... veremiyorum.
Yetmiyor... ıvır zıvırlarıma gün geçtikçe yenilerini ekliyorum.

Kızımdaki bu sağlam, bu dirençli duruşu gördükçe kendime kızıyor, acziyetim altında eziliyorum.

Ve dünya öyle bir hale geldi ki, insanlar varoluşlarını nesneler üzerinden gerçekleştirir oldular. Sahip olunan eşyalar prestij/statü göstergesi oldu. Çünkü insani değerler, hissiyatlar ve düşünceler üzerinden değil, sahip olunanlar yani mülkiyet üzerinden belirleniyor artık. Ay çiçeklerinin yüzünü güneşe döndüğü gibi; insanlar da yüzlerini mülk sahiplerine dönüyorlar. Bu gerçekliği en sert biçimde yüzüme çarpan İnstagram oldu. Orada birileri nesneler üzerinden insanlara prestij ve statü veriyor ve bu insanlar da kendilerine layık görülen ("like" ile verilen)  bu prestij ve statüyü kaybetmemek için, nesnelere daha da bağımlı hale geliyorlar. Maddiyatın elverişli olmadığı durumlarda, sınırlar zorlanabiliyor.

Bu elbette ki bir zaafiyet...
Her zayıflık gibi yok edilmesi gereken bir arıza, bir hastalık.... Böyle olsa da, insanlar bu zayıflığın şehveti ile yaşamayı tercih ediyor. Paylaşımlarında Allah adına, Allah yolunda akıl vermeyi seçmiş olan insanlar dahi, bir taraftan bu şehvetle yaşamaya devam ediyor. Oysa ki israf, islamiyette  büyük günahlardan biridir.

Statü ve prestij sahibi olmak, tehlikeli sulardır. Orada kişi kendini ulaşılmaz, ayrıcalıklı, tek ve üstün hissederek şımarma ve büyüklenme yoluna gidebilir.

Vay o gidenlerin haline!

Oysa ki, prestij ve statü için çabalamak, insanın içinde var olan "aşağılık kompleksinin" dışa vurumundan başka bir şey değildir.

Ben şimdi instagramda var olan bu tespiti yapmayı akıl edebilmiş ve kızının yaşam felsefesi altında ezilmiş kişi olarak, -gerekliliği olmayan- nesnelerle aramdaki bağı daha da kuvvetle koparmak istiyorum. Kendilerini... sevdikleri, gerçekten yaşamlarının bir parçası olan şeylerle değil de, prestij ve statü nesneleri üzerinden var etmeye çalışan insanlardan fersah fersah kaçmak istiyorum.
Arkadaş sayısı değil... arkadaş niyeti, içtenliği ve sevgisi önemli olmuştur hayatımda.
Sayılara ve o sayılarla kendilerini var etmeye çalışanlar değil... iyi niyetliler, gerçekten samimiler, sevgiyi içine sindirebilmiş ve gerçek sevgiyi hissedebilmiş olanlar, en önemlisi de belli bir statü ve prestij elde ettiğinde insani değerlerini kaybetmemiş olanlar yer alacak hayatımda.

Bunu yapmak ise hiç zor değil....
Her ortamda bir turnusol kağıdı mutlaka bulunuyor!


4 yorum:

  1. Ahh ruşencim o huydan bende de var ama biraz azaltım gibi kendimce..

    Bende kıyafet çok fazlaydı iş hayatının getirdiği her gün değişik giyinme sevdası ayakkabılar çantalarda cabasıydı. Birazını dağıttım ama yinede dolabımı açtığımda bir sürü artık giymediğim kıyafetlerim ayakkabılarım duruyor. Onlardan da bir kurtulabilsem ama
    nasıl olacak bilmiyorum. yeni bir iki defa giydim diye dolapta bekletiyorum. hatta bugün başına geçtim biraz ayıklıyayım dedim ve tekrar vazgeçtim. Mutfakta kullanılmayan eski tabak çanakları kızımla bir ara ayıklamıştık ve o hatıra bu hatıra diye yıllarca evde yer işgal etmiş şeyleri gözümü kararttıp evden uzaklaştırdık.
    Kızlarımıza gelince benim kızımda senin kızın gibi düşünüyor evinde işe yaramayan bir şey yok ve almamaya çalışıyor anne senin evine dönmesin diye :)

    Çocuklarımın kıyafetleri yok denecek kadar az, yalnız ilk giydikleri ayakkabılar ve bir kaç oyuncak o kadar ...Sevgilerimle canım :)

    YanıtlaSil
  2. çok anlamlı olmuş, ben de kıyamıyorum, kıyamıyorum...

    YanıtlaSil
  3. bir şeyleri atamayan annelerin kızları sanırım tamda anlattığınız gibi oluyor galiba.benimde kızlar attırıyor :)

    YanıtlaSil
  4. Merhaba Ruşen Hanımş,uzunca bir yorumu yayınlamayı malesef başaramadım:Sanırım uzunca bir süredir yorum yapmadığım için.Neyse selam ve sevgilerimi yolluyorum....

    YanıtlaSil