15 Ekim 2014 Çarşamba

ekimde sonbahar -3 / 2014

Takvime göre sonbaharın tam ortasındayız. Bazı günler var ki yaz gibi...
Ben hala karşıma ne çıkarsa yolumda... sepetime/cebime/avucuma/çantama... sıkıştırıp tıkıştırıp... eve taşıyorum.
Bir şeylere dönüşmeleri de şart değil... Varlıkları ruhumu şenlendirmeye yetip de artıyor.

Ha! bir de, fotoğrafçılık serüvenimde bana modellik yapmaya devam ediyorlar...












Not: Bu kez hepsini jpeg optimizer programı ile hafifletmeden paylaştım... Bu halleri ile kesinlikle daha iyiler.. Kumlanma problemini de biraz daha aşmış durumdayım...

Umutlandım...
Kendimi ödüllendirmeliyim. :)



13 Ekim 2014 Pazartesi

ekimde sonbahar -2 / 2014

Farkında olmadan bir dilek dilemişim ben...  şu koşturmacası bol hayatımda hiç olmayacağını sandığım...

Yorumlarda bazı arkadaşlarıma söz etmiş olsam da bloga not düşülmedi bu konuda...
Bir süredir bir karpuz daha sıkıştırmış durumdayım koltuk altıma... Bir dershaneden ısrarlı ve tatmin edici iş teklifi aldım. Bana açılan bu yeni kapıyı es geçmek istemedim... Hayatın getirdiği iyi ve güzel görünür şeyleri şükürle kabul etmeyi düstur edindiğim için, bu makul teklife çok fazla direnmedim. Dershane kurucuları da taleplerime olumlu yaklaşıyorlardı zaten...

Haftada üç gün, öğleden sonraları bir dershanede asıl mesleğimi yani İngilizce öğretmenliği yapıyorum... Bilseniz ne çok özlemişim sıraları, tahtaları, tahtada ders anlatmayı, sınıf atmosferini ve öğrencilerden yansıyan enerjiyi ve ortamdaki sinerjiyi... en çok da kuzucukları... Bazıları boy olarak beni ikiye katlayabilir ama yaşları ve boyları kaç olursa olsun gözümde kuzucuk hepsi... Hayatıma yeni bir renk, yeni bir heyecan geldi... Süsleme ile ilgili işim hali hazırda devam ediyor, benim iş başında olmadığım zamanlarda dümene kocacık veya yakın bir arkadaşım geçiyor. Üç öğleden sonramı ise kuzucuklarımla dolu dolu geçiriyorum.

İsteğim üzerine Pazar günüme ders konulmadı... Pazarlarım hala benim... biriciğim... Ancak kendimle bağım biraz daha koptu. Dolayısıyla sabahları erken kalkıp kendime ayırdığım zamanları ders notlarıma, kavrama-pekiştirme testleri ve konu özetleri hazırlamaya  ayırmak durumundayım. Evim de ayrı bir ilgi bekliyor tabii.

Pazar sabahı için de yapılacak listem hayli kabarıktı. Hatta Cumartesiden programımı hazırlamıştım.
Sonra ne mi oldu?

Şadıllı'daki RES santraline elektrik bağlantısı yapılacağı için Gökçeada, Eceabat ve Gelibolu'da -köyler de dahil olmak üzere- tüm gün elektrik kesintisi uygulanacakmış... Cumartesi gecesi haberini aldım. Sabah kalktığımda da (6.30 gibi)  kesilmişti zaten...

Ve evde hayat durmuştu!

Sair zamanlar kocacık uyanınca asıl kahvaltıyı yapacağımız için ilk kahvaltımı hafif şeylerle geçiştirirdim. Kendime sevdiğim şeylerden mükellef bir kahvaltı hazırladım önce... Televizyonsuz, internetsiz bir ambiyansta, sükut içinde kahvaltımı yaptım... Sonra üzerimi giyinip, fotoğraf makinemi alıp,  çamaşır başta olmak üzere tüm ev işlerime bay bay yaparak evden çıktım.

Ayaklarım komutu almıştı çoktan.... kalbimin gitmek istediği yereydi yürüdükleri yol... Doğrusu evden çıkmış, köşedeki yol ayrımına gelmiştim ama nereye gideceğimi  hala bilmiyordum. Buna karar veren iç sesim oldu.

Düştüm yola... ayaklarım nereye, ben oraya...

Ve öyle ılık, öyle duru, öyle güzel bir hava vardı ki... Geçtiğim sokaklarda bakmaya doyamadığım tarihi-yıkık-dökük evler, sararıp dökülmüş yapraklar, sonbahara evrilen yeşiller, kırmızılar, kahverengiler, sarılar, tohumlar, çiçekler, dalında kurumuş katmer katmer güller, meyve görünümlü  yabani bitkiler, kozalaklar, kabuklar... hepsi ama hepsi  içinde bulunduğum değerli an'ı durduruyor beni kendine çağırıyordu. O andan itibaren fotoğraf makinem elimde yürüdüm... Yol boyunca ne gördüm ne buldumsa ruhumu cezbeden, durma fotoğrafladım. Fotoğrafladıkça kendimden koptum...
Koptum çevremden.

İnsan sebepsiz yol almıyor...

Evime çok uzak, tarihi Mevlevihane'nin giriş kapısında kendimi buldum... Görevliye giriş ücretini uzattım. Bahçeye adımımı attım...

Benim gibi bir kaç fotoğraf sevdalısı da oradaydı, tarihi taş binayı ve birbirlerini fotoğraflamakla meşgullerdi. Lakin ben ne binanın ne de onların derdindeydim, benim meselem sonbahardı.





Ruhumu yaşama sevinciyle saran bu ayrıcalıklı, bu sevgili sabah... özel bir armağandı bana... her saniyenin değerini bilmeli, azami özen göstermeli, anlam ve önemini idrak etmeliydim. Sıradan bir gün değildi aradığım... etrafımdaki güzelliklerle büyülenmek, keyif almak, huzur bulmaktı.

Huzurun resmi ise, peşinden koşturduğum sonbahar alametlerindeydi ve boşluklar hayal dünyamla doldurulacak, şekillenecekti.

Bir saatten fazla kalmışım... Çıktığımda saatime bakınca anladım.

Öğleye daha bir saatten fazla vardı. Kocacık uyanmış olsa telefonla mutlaka arardı. İç sesime yol verdim yine... Ayaklarım yürüdü, yürüdü.... doğru Fener'e...





Derken beklediğim telefon geldi.
Artık fotoğraflamak için özlemini çektiğim hiç bir görüntü de kalmamıştı.
Eve geldim...
Kocacık kahvaltı hazırlamıştı.
İkinci ama daha hafif bir kahvaltıyla eşlik ettim.

"Ey sevgili doğa ! Ver elini !" dedik sonra...

Yine kırların çağrısı vardı... ısrarla... heyecanla...
Günlük, güneşlik günleri dört duvar arasında tüketmeyi ömür bilen insanlara inat... çıkıp ruhu günün getireceği pırıltılarla doyurmak en güzeliydi!







Gözlerim sevdiğim renkleri yudum yudum içmiş..... özlemine -farkında olmadan- dilek tutan kalbim muradına ermiş.... ruhum aradığı huzuru soluksuz içine çekmiş... içim büyümüş büyümüştü.

Saat 19.00 da geleceği söylenen elektrik, o akşam 19.45'de geldi. O saate dek ben ve kocacık dışarlarda dolandık durduk öyle avare avare...

Ve her şeyden önemlisi...
O gün...
Bana ait bomboş bir günüm olmuştu... Atmıştım kendimi doğaya... fotoğraf makinemin bataryası bitinceye dek, biraz bu pozlama biraz şu ayarlama, fotoğraflamış fotoğraflamıştım... sonra o sayısız fotoğraf istifinden uzun uzun bakarak, görerek, inceleyerek, bloguma -yukarıdaki- en güzeller seçkimi hazırlamıştım. (bakınız bir önceki postun ilk paragrafı...)

Kalpten dilenen bu şeyin, bir şekilde cevap bulmuş olmasına şükür ve minnet ile...
Allah dileyen herkese böylesi güzel ve özel bir gün nasip etsin!
Fotoğraflar ve yazı, tadını anlatmakta yetersiz kaldı...
Aslında... anlatıl(a)maz, yaşanmalı!

9 Ekim 2014 Perşembe

ekimde sonbahar -1 / 2014

Keşke bana ait bomboş bir tam günüm olsa... atsam kendimi doğaya... fotoğraf makinemin bataryası bitinceye dek biraz bu pozlama biraz şu ayarlama, fotoğraflasam fotoğraflasam... sonra o sayısız fotoğraf istifinden uzun uzun bakarak, görerek, inceleyerek, en güzeller seçkimi hazırlasam...

Ucundan, kulağından... ha belki de kuyruğundan... bi parça ... bi tutam... hayalimin peşindeyim. Geniş zamanlarım yok ama bol bol hevesim var. Heves deyip geçmemek gerek ki, odur aslında azim güdümü diri tutan.

Hala manuel modda en iyiyi keşfedememişken bir hevesim de vasat fotoğraflarımı burada olduğu gibi paylaşmakta... Gün gelecek ve ben... ve kimi okur... dönüp baktığımızda katedilmiş mesafeyi de görme şansı bulmuş olacağız... 
Yani bu ümitle... tüm bu acemice, heveskâr paylaşımlarım. :)

Ancak... fotoğraflarımı buraya eklerken sayfayı kasmaması için jpeg optimizer programı ile hafiflettiğimi (ağırlığını küçülttüğümü), dolayısıyla görsel bir kalite kaybı oluştuğunu özellikle belirtmeliyim... orijinalleri çok daha iyi.









Bana modellik yapmakta cömert bir sonbahar var... Öyle ki en daracık, en olmaz zamanlarda çıktı karşıma bu materyaller... çantama, cebime, sepetime sokuşturdum... eve taşıdım. 
Şimdi hepsine gözüm gibi bakıyorum... Çünkü onlar da ruhuma bakıyorlar.. aynı sevecenlikle, aynı sıcaklıkla...



7 Ekim 2014 Salı

yeşilyurt köyü - adatepe zeytinyağı müzesi - zeus altarı - adatepe köyü / ekim 2014

Bayram tatilinde keyifli bir Bozcaada kaçamağı yapmayı düşlerken, kendimizi Kaz Dağları'nda bulduk... (Çanakkale'ye vardığımızda Bozcaada gidiş-dönüş feribot seferleri denizdeki fırtına nedeniyle iptal edilmişti. Rotamızı İzmir yoluna çevirdik.)

Neyse ki buralarda havalar sıcacık, günlük güneşlikti.

İlkin Yeşilyurt Köyü'ne gittik... Güzelim taşevlerinin bulunduğu, arnavut kaldırımlı daracık sokaklarını karış karış dolaştık.

Bir masal köyünde, pek mutlu iki gezgindik...
Baktık... seyrettik... anlattık... dinledik.










Çok sevgili Canan hanımcığımıza gittik sonra...
Her gidişimizde olduğu gibi kışlık erzaklarımızı ve bilumum faydalı ot- yabani meyve gibi kurutulmuş yiyeceklerimizi tıka basa doldurduk poşetlere...
Geçmişten, bugünden söz ettik... En dost'tan selam almıştık, onu ilettik...
Şeker, nazik, candan bir kadın Canan hanım... Ona gidinceye dek aynı ürünlerin satıldığı bir dolu satış noktasından geçiyoruz... Hepsini de es geçip illa ki ona gidiyoruz.


Nevalelerimizi otomobilimizin bagajına doldurup Küçükkuyu'ya doğru yol aldık sonra.
Hemen girişte, sağda... Adatepe zeytinyağı müzesi bir kez daha görülmeyi hak ediyordu.


Üçüncü uğrak yerimiz Zeus Altar'ı oldu..
Altar'a çıkan, uzun, yokuş yolda... yürüdük... sohbet ettik... ama en çok da ağaçları seyrettik.



Şurası her gidişimde "adatepe ben geldiiim" diye bağırdığım yer...
Yol öyle kalabalıktı ki, duyduklarında "kimmiş bu çılgın" diyerek dönüp bakacakları için.. utandım, sus pus oldum... :)

İsteyen ziyaretçiler için altara kadar at üstünde taşımacılık hizmeti var.

Atlar yüklerini altara bırakmış, geri dönüyorlar...
.
Altar tepesine vardığımızda bizi bir sürpriz bekliyordu.
Yurdum insanı yapmıştı yine yapacağını!
En çok da çöpün yanındaki bu ağaç... ama diğer ağaçlar da kısmen.... dilek ağacına dönüştürülmüşlerdi...

Yakına gittiğimizde bağlanan şeylerin daha çok ıslak mendil, kağıt mendil ve su şişesi etiketleri vb. olduğunu gördük...

Belki vakti zamanında çevrecinin biri çöp kutusundan uçmasın diye elindeki çöpü ağaca bağlamıştı -ki bu benim en iyimser düşüncemdi- ondan sonra gelenlerin bazıları bu eylemi devam ettirse de, birileri niyeti farklı yöne çevirmişti.

Çöp denebilecek şeylerin arasında dilek amaçlı şöyle şeyler de vardı.


Oradaki ziyaretçiler arasında bağlanan tüm bu çöpvari şeylerin çöp amaçlı değil, özellikle dilek tutma amaçlı bağlanmış olduklarını söyleyenler oldu. Aklım, havsalam gerçeğin bu yönde olabileceğini, insanların çerden çöpten medet umacak boyuta gelmiş olduklarını kabul etmedi, edemedi.

Çöp kaplı ağaçların şaşkınlığını bir kenara bırakıp altara çıkan merdivenlere doğru yöneldik sonra.

İnsanoğlunun "beton uğruna doğa katliamı"ndan  kurtulup kök saldığı topraklarda yaşamını sürdürmeyi -şimdilik- başarabilmiş yemyeşil çam ve zeytin ağaçları... ve masmavi körfez....

(Okuyucularım arasında panoramik fotoğrafçılıkla ilgilenenler varsa, gidip görmelerini şiddetle tavsiye ederim...
Bu arada bu güzelim manzarayı doya doya seyrettikten sonra, hemen oracıktaki su sarnıcına eğilip bakmayın sakın ola!... Bakmayın ki büyü bozulmasın!)

Altar gezimizi de tamamlayınca ver elini Adatepe köyü dedik...
"Yeşilyurt mu, Adatepe mi" diye sorsalar, duraksamadan "Adatepe" derim.

Şu kısacık ziyaretlerimde bile keşfettim ki... orada yaşasam ben, Vivaldi'nin dört mevsimi tadında günler geceler geçiririm... Yeşilyurt'a göre daha bir sessiz, sakin... daha bir özgün... daha bir benlik!





Son gidişimizde Hüseyin Meral zeytinyağı evinin hemen karşısında, harabe halinde bulunan  küçücük, kutucuk ev, gördüğü restorasyon ile böyle şirin, böyle şeker olmuştu.

Bu ise orijinalliği ile tarihe meydan okumaya devam eden yine kutu gibi küçücük bir ev.

İstisnasız... tüm sokaklarını gezdik, pek sevdiğim Adatepe'nin...
Ulu çınarların altındaki meydan bahçesinde en uzun molamızı verdik.




Gözümün gördüğü her şey, ama her şey içimi hoş ve sımsıcak yapmaya yetti.
Bu keyifli İda gezisi... programda yoktu... girmek istedi... ne iyi etti.