20 Mart 2013 Çarşamba

Bigalı Köyü Müzesi / 17 mart 2013

Müze vazifesi gören Atatürk Evi'nden hariç bir müze daha bulunmakta Bigalı Köyü'nde.
Meydana bakan, cami ile karşı karşıya, iki katlı taş bir bina...

İlk katı savaş anlarını temsil eden heykelli canlandırmalara, dönemin bazı ev eşyaları, giysileri, ev-mutfak araç gereçlerine ayrılmış. Üst katta ise heykeller haricinde diğer benzer şeyleri ve bunlara ilave olarak savaş araç gereçlerini görmek mümkün...

Mangal... ve ekmek teknesi...

Bir Türk askerinin mintanı...

Bir Türk askerinin çarıkları...

Bakır tencereler... Kahve değirmenleri... Yemek kapları... ve tahta kaşık.

Kaşıklar... ve çatallar...

Gaz lambaları...


Bir Türk askerinin tabancası... ve dom dom kurşunları...

İngiliz mermileri...

Fotoğraflar bu kadarla sınırlı değil... 
Beni en çok etkileyenleri eklemeye çalıştım...
Aslında... gitmeli... yerinde görmeli... 
Hissetmeli.... derin.. derin.




19 Mart 2013 Salı

Bigalı Köyü - Atatürk Evi / 17 mart 2013

Her 18 mart'ta gerçekleştirdiğimiz yarımada gezisini bu yıl gerçekleştiremeyecektik... işim dolayısıyla... Biz de bu bilinçle tatil günüm olan 17 mart'ı bu kapsamdaki bir geziye ayırmak istedik. Yarımada'nın tamamını, abideleri ve şehitlikleri gezecek kadar yeterli zaman bulamayınca Bigalı Köyü'ne gitmeye karar verdik.

Bu köyün en büyük özelliği; 18 Nisan 1915'te Atatürk ve silah arkadaşlarının gelip bu köydeki bir evi karargah olarak seçmiş olması ve bir süre bu evde ikamet etmiş olması...Bu eve daha sonradan Atatürk Evi adı verilmiş.

Köyde ayrıca bir de küçük bir müze bulunmakta... (O da bir sonraki postun konusu olsun)

Atatürk Evi'ni paylaşmadan önce biraz köyden söz etmekte yarar var. Köy, Gelibolu'ya 37,  Eceabat'a 7 km uzaklıkta... Nüfusu 200 civarı olmasına rağmen modern taş binaların bulunduğu, içme suyu ve asfalt yolu olan, sokakları arnavut kaldırımı döşeli, düzenli bir köy. Her köy gibi bu köyün ortasında da büyük bir meydan var ve sokaklar bu meydana açılıyor. Meydan'da bakkal, ailelerin kullanımına açık çay bahçesi ile birlikte kahvehane, cami, müze ve bir dolu ev var.

Duvarlarda sık sık Ata'mızın posterlerini ve bayrağımızı görmek mümkün.

Atatürk Evi'de bu meydana açılan sokaklardan birinde bulunuyor.
Bu sokak diğer sokaklara göre daha hareketli ve daha bir yaşayan sokak.
Çanakkale Zaferi'ni hatırlatan ve simgeleyen ürünlerin satışının yapıldığı küçük dükkanlar ve yöresel yiyeceklerle elişi ürünlerin daha çok hanımlar tarafından satışa sunulduğu duvar diplerine kurulmuş küçük küçük stantlar var.



Atatürk Evi bu sokağın sonunda...
Sarı boyası diğer evlerden daha koyu renk olan iki katlı, dışı taş, içi ahşap görünümlü, tarih kokan bir ev.

Yukarıdaki fotoğrafta açık görünen kapıdan girdiğinizde büyük bir avlu karşılıyor sizi... Bu sırada görevli, müzik çaların tuşuna basıyor ve görüntülere kahramanlık türküleri ve ağıt temalı şarkılar eşlik etmeye başlıyor.

Avlunun üç duvarı Çanakkale Savaşı'nı ve köy ile bu evi konu alan fotoğraflar ve bilgi afişleri ile dolu.


Atatürk bu evi sınırlı bir süre, karargah kurmak için kullanmış ama bu evde yaşam öncesinde olduğu gibi sonrasında da devam etmiş. (1969 yılına dek)

Avlunun bir köşesinde yaşanmışlığın derin izlerini taşıyan küçük bir kuyu mevcut.

Hava nispeten güzeldi ve şu bankta oturup bu avlu'nun keyfini sürmek istedim bir süre... Sürerken bir taraftan da dönemi, Atatürk ve arkadaşlarının nasıl bir ruh hali içinde neler yaptıklarını düşünmek, hayal etmek istedim. (Duvarlardaki fotoğraflara bakıp, yazıları okuyunca insan otomatikman o moda geçiyor.)

Basamakları gıcırdayan ahşap merdiveni çıktıktan sonra oldukça mütevazı eşyalarla döşenmiş, görünümüyle o devrin özelliklerini yansıtabilen tipik bir köyevi karşılıyor sizi.

Büyüklü küçüklü yer minderleri...Yemek pişirmeye ve ısınmaya yarayan ocak adında , her odanın duvarına monteli şömine benzeri yerler... çeşitli ev ve mutfak gereçleri...


Fotoğraflarda görünen tüm eşyalar Atatürk'ün o evde kaldığı döneme ait değil... Daha sonra bu evde yaşamını sürdüren ev halkının eşyaları... Ancak şu çalışma masası hariç...
Atamız düşünme, okuma, yazma, plan yapma gibi anlarını zaman zaman bu küçük masada gerçekleştirmiş.

Aşağıdaki karyola ise Atatürk'ün yattığı yatak olmasa da kaldığı yatak odası olması sebebiyle tıpkı onun yatağıymışcasına ziyaretçilerin görüşüne sunulmuş.

Atatürk resimli yastık kumaş boyama tekniği ile yapılmış... baskı değil... O dönemden de kalma değil... Yine de bu kadar antik ve vintage objenin içinde bir aykırılığa sebep olmamış. Eprimiş kumaşı, soluk rengi ile bir başka yaşanmışlığı ima edip dekora eşlik etmekte...

Evdeki eşyalar bu kadarla sınırlı değil... Ancak sayfamın ağırlaşmaması adına bu kadarını seçtim ben... Bir sonraki postta köy müzesinde görüşmek üzere şimdilik bu kadar...


17 Mart 2013 Pazar

hüzün kovan kuşu; kocakarı ben

Nasıl bir şeyle karşılaşacağımı hiç bilmiyordum... tahmin de edemiyordum...
Tek istekte bulunmuştum... "elinde sepeti olsun"...
Önce "sepet illa ki olacak ha, peki öyle olsun" demişti... Bir sonraki mesajında ise "elinde sepeti yok kiii ...." dedikten sonra "kalanı sana sürpriz olsun" diye ekleyerek beni epeyce bir merakta bırakmıştı. Bu sürprizi heyecanla ve merakla bekliyordum dolayısıyla.
Bunu özellikle de istemiş... tüm yetkiyi ve inisiyatifi tasarımcının eline bırakıp bir kenarda beklemeyi tercih etmiştim... Blogunda ve face inde birbirinden sevimli kocakarılarını paylaşan sevgili Şule (fiamma) benim gelecekteki halimi nasıl hayal edecek ve nasıl tasarlayacaktı!

Kargocu paketi getirdiğinde kocacıkla birlikteydik. Paketi açıp da gelecekteki halimle karşılaştığımızda dudak kıvrımlarımızdaki gülücükler yerini kahkahalara bıraktı. Son bir aydır bu neşeli ses hiç çıkmamıştı benden... Hatta son aylarda hiç bu kadar ani ve içten gülmemiştim... Sevgili Fiamma gelecekteki beni bir iğnedenlik olarak tasarlarken, unuttuğum, hatırlamaya da pek yeltenmediğim bi şeyi hatırlatmış oldu bu hüzün kovan kuşu ile.

İşte gelecekteki ben...

Dişlerim dökülmüş... ama fiyakam yerinde... :) Az biraz çemkiriğim evet... E ama size laf anlatmaktan kitabımı okuyamıyorum ki! :)

Ve meğerse ben yıllardır çıtı pıtı, narin marin kalmak için sağlıklı beslenmekte ısrar etmekle bu etli butlu, tombik halimi yaşamayı kaçırmışım... :) Artık yağlı, hamurlu, şekerli, şerbetli ne bulursam yiyebilirim. Korkacak bi şi yokmuş! :)

Sepetimde çiçeklerim.... ohhh... misss!... acıkırsam elmam dahi var...
Kupamda çayım...
Sıra sıra kitaplarım...
Açık sayfama konmuş şirin bir misafirim bile var... cik cik cik...

Ah ama ben kıyıp da bu hatunun tombik yerlerine iğne saplayamam ki...
Sevgili Şule bunu da düşünmüş, sepetin içine aşağıdaki birbirinden hoş hediyeleri eklemiş... Kaktüs iğnedenlik, broş ve bileklik... Süslü ben için pek ideal hediyeler...

Nasıl teşekkür edeyim bilemiyorum...
Telefonda beni öyle hoş bir ses, öyle güzel bir yürek karşıladı ki... ben ömrüm boyunca saklayıp torun torbaya da saklamaları yönünde tembihlerle emanet edeceğim bu şirin ötesi hediye için teşekkürlerimi gerçek hissiyatı ile nasıl iletebilirim hala bilemiyorum.

Bir kez de buradan çok teşekkürler Şulecim... Ellerine, emeğine, yüreğine sağlık!
Allah da seni güldürsün!




13 Mart 2013 Çarşamba

bugün bahara dokundum

Bu sabah kendim için bir güzellik yaptım...
İşe gitme saatimden 40 dk. kadar erken çıkıp yollara vurdum kendimi, soluğu bahar dalı yüklü ağaçların yanında alabilmek için...
Süresi kısa etkisi uzun bu kaçamağa çok ihtiyacım vardı... belli ki... işim çok olsa da yapmayı çok istedim.

Oldukça spor bir outfit... omzumda çantam.. içinde fotoğraf makinem... ve ben...
Yürüdüm... yürüdüm...

Orada... Fener'e çıkan Çilehane yokuşunda yılın bu zamanları badem ağaçları çiçek açar...Baharın müjdecisi, ruhumun tazeleyicisi çıtır çıtır badem çiçekleri... Oraya yürüdüm.
Vardığımda tıpkı beklediğim gibiydi...
Yerler yemyeşil, ağaçlar pembe-beyaz... ve her yer bahardı.

Yeşilliğin üzerinde öbek öbek sarı papatyalar vardı.
Ağaçları... dalları... çiçekleri... bol bol seyrettim... bol bol kadrajıma aldım.


Tam bir kaç sarı papatya öbeği görüntüsü almış, diğerlerini de görüntülemek için içerilere doğru yürüyordum ki....şu güzelliği gördüm.
Olduğu yerde kımıltısız öylece duruyordu... -belli ki o beni çoktan fark etmiş.-

Usulca seslendim...... "şişt, n'aber!"
Seslenirken bir taraftan da yakınına sokulmaya çalışıyordum... o sırada az ilerideki birazcık daha küçüğünü fak ettim...
İkinciyi fark etmem daha başkalarının da olabileceği düşüncesini çağrıştırınca ayaklarımın altından ürktüm o anda...
Bir başkasının üstüne basmış olmak!....
Basmış olsaydım spor ayakkabılarımın yumuşak tabanında bir sertlik hissederdim mutlaka...
Tam içimi rahatlatırken bir tane daha, hem de en küçüklerini gördüm...
Dayanamadım avcuma aldım, sesimdeki süslü sözlerle sevdim sevdim... Başını kabuğunun içine çoktan sokmuştu oysa... yine de kısık gözleri bendeydi... Başına neler getirebileceğimi hesaplıyordu belki de... Gözümün önünde olsunlar diye bir araya topladığım sırada, boy sırasına dizip seyretmekten öte bir icraatım olmadı neyse ki... Sevinmiştir mutlaka.

Bir tostos ailesinin bahar gezisine denk gelmiştim demek ki... belki de kardeştiler. Devamları var mıydı, nerelerdeydi?.. O dakikadan sonra yere her basışım parmaklarımın ucunda, kağnı hızında gerçekleşti.

Dakikalar dakikaları kovaladı... ve denklanşörün tık tıkları bir sonrakini...

Baharı..... çoook istediğim gibi... taaaa iliklerimde hissetmiştim bu güzelliklerle....
ve bu keyifli kaçamağın sonuna gelmiştim.

Devamını Pazar günkü tatilim için dileyerek, sahil kenarını takip edip işyerime doğru dönüşe geçtim...
Bahar dokulu doğa... masmavi bir deniz... ve daha pek çok doğal güzellik... bir yürüme mesafesi kadar yakınımda.... Hımmm....Daha ne olsun?...
Şükürler olsun!





12 Mart 2013 Salı

günlük doz

Kurgusunu, anlatım dilini, tema'sını, daha pek çok şeyini sevdiğim... altını çizdiğim satırlarını, kulak kıvrımlarıma yerleştirdiğim repliklerini defalarca okuyup defalarca dinlemek istediğim kitaplarım ve filmlerim vardır benim... bıkmadan usanmadan dönüp dönüp okuduğum ve izlediğim...

Bir de ilaç niyetine, sanki o gün ya da o an bir doz aldığında bütün sıkıntılarından arınıp ruhunu ebedi huzura kavuşturacak türden kitap ve filmlerim var..

Mesela onlardan biri... Külkedisi...

Bugünkü dozumu almak üzere...
İyi seyirler bana...
Benimle birlikte seyretmek isteyen herkese de....

11 Mart 2013 Pazartesi

11 mart 2013

Son günler kendimi işime adadığım günler... Şikayetçi değilim... ama tüccar zihniyetli bir işkolik olarak yaşamımı sürdürmeyi de hiç istemem... Yapıma aykırı... yaşarken almayı amaçladığım tada, dünyaya bakışıma ters... Rahatsız olmadığıma göre bu boyuta ulaşmamış demek ki..

Ablam aradı... "ayın birinde kaldı blogun".... 

Yine cümleleri ":)" ile biten yazılar yazmak gerek belki... Daha zamanı mı var yoksa, bilmiyorum... Öte yandan, yazmazsam bişeyler eksik... (bloga yüklediğim anlam gereği)... Çünkü blogum bir tür anı defterim, günlüğüm, almanağım...

Belki de şubat gibi şu mart da bitsin gitsin istiyorum... Soğuk günlere dair ne varsa kalksın raflara...

An itibariyle ben;
İyiyim...
Dışımdaki dünyanın mümkün olduğunca içindeyim...
Şükrediyor, ümit ediyorum...

Evde de hep bir çiçek kokusu...

Daha ne olsun!

1 Mart 2013 Cuma

1 mart 2013

Hacmi büyük acıların kalpte biriktirdiği tortuyu temizlemek kolay değil.
Yüzde doksan... bugün cıvıl cıvıl bir ya da bir kaç fotoğraf ile baharı karşılardım illa ki blogumda... Ki  ilkbahar en sevdiğim mevsim benim... Şimdiden tek tük çiçeklenen dalların kısa bir süre sonra en güzel hallerini göreceğimizin müjdecisi olduklarını bilmek ve yine yakın bir zamanda çok sevdiğim kır papatyalarının kırları dolduracağını, bununla birlikte sepetimi takıp koluma her fırsatta kır-bayır dolaşacağımı düşünmek benim için keyiflerin en büyüğü olurdu.
Olmalı da!

Hayatın aktığı her yerde, acı da sevinç de hep var.
Çünkü hayat kah şefkat yüklü ellerini uzatıp saçlarımızı uzun uzun okşuyor... kah gücünün yettiğince patlatıyor şamarını... Yapacak fazla şey yok! Akıntı ise daimi... Aslolan; yer yer oluşan girdaplara dikkat etmek sanırım... Mümkün olduğunca kapılmadan, olabildiğince uzağında kalarak.... Ancak böyle ayakta durabilir insan...

İnsan ki bir eşref-i mahlukat.... Hayatın ona bahşettiklerini öğütüp hazmetmeden yaşamak ona yakışmaz!

Üstelik hayatın içindeki iyilik ve güzelliklerin ayırdına varararak yaşamak, yaşama sanatını en iyi bilenlerin işi... Bu yolda ısrarla, bıkmadan, usanmadan yürümeli öyleyse!

Bir yerlerde okumuştum... İyiliği ve güzelliği görebilmek için en kötüyü ve en acıyı görmek gerek, diyordu... Görmekten kasıt alıp içine özümsemek ya da bizatihi yaşamak olsa gerek...
Erdeme varmak için acıda dibe vurmak gibi bir şey....

Bugün ilkbaharın ilk günü...

Düşünün bir; doğduğumuzdan beri her yıl bu zamanlar baharın güzel halleri yeniden yeniden karşımıza çıkıyor... Oysa biz her defasında unutmuşuz da sanki o an hatırlıyormuşuz gibi garip bir sevinç duyuyoruz nedense... Buradan mutluluğun anahtarlarından birini alıp boynumuza takmak mümkün...
Takalım o halde!

Nasıl güzel... nasıl günlük güneşlik bir hava vardı dışarıda...
Günün getirdiği bu güzellikleri ruhumda uzun süre saklı tutabilmek için, (zorunlu işlerimin haricinde) işimi kurduğumdan beri hayatımda, daha doğrusu kocacıkla ikimizin hayatında var olan bir başka güzellikle dolu dolu geçirdim günümü... (Bir gün onu sizlerle de tanıştırmak, ondan söz etmek istiyorum...)
Ve biliyorum ki; bu postu yazarken bulduğum enerjide günün getirdiği güzelliklerin payı çok büyük. (İnanan biri olarak bu payın asıl sahibinin yaradan olduğunu biliyorum elbet... Gönderene... ve aracı olan canlı cansız her şeye... ama her şeye sonsuz teşekkürler!)

Bugün girdabın olabildiğince uzağında durmak vardı.
Baş yukarıya kaldırıldı ve gökyüzüne bakıldı...
"Life is good!"


Unutmadan...
Çocuklar, çiçekler ve melodik sesler evlere daima güzellik verir...
Ben buna heeep inandım...