26 Şubat 2013 Salı

öylesine...

Yanımdaki kişiyi, elimdeki işi, iş yerimi bir anda terkedip çooook yürüdüm...
Ve yine çooook oturdum elimdeki işe gömerek kendimi...
Raftaki okunmamış onca kitap içinde Turgenyev'in "Babalar ve Oğulları"nı okudum... nedense...
Ağladım da çok... her gün biraz daha azaltarak...
Duyduğum her türkü içimde bir yerlere dokundu illa ki...
Enseden lastikle laleten tutturulmuş saçlarıma, makyajsız yüzüme alıştım... alışmışlığımdan korktum.
Az yedim... bazen yemek yemeyi unuttum...
Gülümsedim de bir kaç kez...utangaç tebessümlerime kaç sıfır yenik...
Genzimde hep bir yanık kokusu.

Silkinmeli belki, şöyle bir iki...
Ah bilsem nedir en kesin, en keskin ilaç!
Bunu bir parantez içi mi saymalı?

Bir uçurtma yapar ki Orhan Veli,
telli duvaklı, kuyruğu ebemkuşağı rengi,
salar da gökyüzüne
gökyüzünü görür!

Yağmur yağıyor oysa... gök delinmiş, içini boşaltıyor durma...
Duvar dibinde... sırılsıklamım ya......
Sanıyorum ki bütün sokak kedileri ve köpekleri de sırılsıklam benim gibi...
Sokaklar ve evler... içeridekiler ve dışarıdakiler... hepsi ama hepsi... yalnızca kendi telaşında, kendi havasında.

Ve gök...
İlelebet öyle gri, öyle puslu... öyle kalacak sanki!

Bana bir masal anlat baba!
Uzaklarda olsan da!

Sahi!
Gökyüzüne bakmalıydım... 
Güneşe...
Kaş, göz... ucu kulaklarına kıvrık kocaman bir dudak çizmeliyim illa ki... 
Tıpkı çocuk resimlerimdeki gibi...

Ah çocukluk!
Çocukluğum...
Sarı saman kağıtlarına bitmez kalemimden taşı(r)dığım iç yaralarım... 
Okudukça kaşıdığım...

Sevinçlerim de vardı elbet... şen günlerim...
pespembe düşlerim...

Herkesin bir hikayesi var ve her hikaye birbirine benzer bir bakıma.
Yine de...
Herkesinki kendine biricik daima.

Bildiğimiz tüm bunları bir kez daha tekrarlamış olalım öyleyse...
Bitmelere geçelim!

Aslında...
Böylesi dökülmeye ne arzum vardı ne de gayem...
Şimdi bu sesler, bu sözler... boşlukta koskoca bir gürültü.
Tek kelimesi bile anlaşılmayacak... belki... ah!

Bil ki zaman bir afakan olmuş da basmakta gecemi.
Ondan sebep bu lime olmuş döküntüler...
Ve ondan sebep kendimi böyle açık etmem!

Öylesine...

20 Şubat 2013 Çarşamba

sözün bittiği yerden....

Blogumda detaylara pek değinmem... günlük yaşamıma dair üstü örtük ifadelerim, kısacık notlarım vardır daha çok... Unutmamak adına...

Detaylı yazmak dökülüp saçılmak aslında...çözülmek... rahatlamak... aynı zamanda deşifre olmak... daha net de anlaşılmak... bununla birlikte yanlış anlaşılmak da... Bu son şık için yazan kişinin yapabileceği pek fazla şey yok... detaylara girerek bunu kırabilir belki... Algılama miktarı kişinin alım kapasitesi, ön yargıları, niyeti, düşün yetisi, empati yeteneği  ve daha bir çok özelliği ile ilgili çünkü. Okurda bu özellikler eksik ve negatif ise kısacık yazılar risktir çoğu zaman... Böyle olduğunu bilsem de bu handikapı es geçerim bile bile...

Bugün nedense uzuuuun uzuuun yazasım var.

Öncelikle bir önceki postta acımı paylaşan, dilek ve dualarını esirgemeyen arkadaşlarıma çok teşekkür ediyorum. Allah hepinizden razı olsun, hiç birinize böyle bir acıyı yaşatmasın!

15 Şubat sabahı saat 9 civarı kaybettim annemi... Ablam aradığında günler öncesinden hazırdım aslında... Değilmişim... Ağlamak hıçkırmak yetmedi... böğürdüm uzun uzun... Annem eve çıkışından bir süre sonra (on gün kadar önce) yeniden ağırlaşmış ve anestezi-reanimasyon yoğunbakımına bir kez daha kaldırılmıştı. Bilinci tamamen kapalıydı bu kez ve tansiyonu sürekli düşmekte, müdahalelerle belli bir seviyeye getirilmekteydi. Doktorları ise pek de içaçıcı şeyler söylemiyorlardı. Daha önce de benzer süreçten geçen annem için bu çok olumsuz tabloya rağmen ufacık da bir umudu saklı tuttum içimde. Ancak annem son iki aydır öyle acı, öyle ağır bir süreç içine girmişti ki, içimiz kan ağlasa da tüm kardeşler "annemize iki iyilikten biri" eksenli dualar ederken buluyorduk kendimizi... Bu sözü defalarca duymuş olmama rağmen bugüne dek anlamını hiç idrak etmemiş olduğumu fark ettim bu dönem... Ölmek bazı zamanlarda kurtuluşmuş aslında... yalnızca filmlerde, duyduğumuz vecizelerde...ve uzağımızdaki insanlarda değil....  annemiz için de...
Ölmek kurtuluşmuş!

Kasım ayında kalça kemiğini kırmıştı annem... Bu yanılmıyorsam altıncı kırığı... İleri derecede osteoporoz (kemik erimesi) hastası idi çünkü... Tabii bu seviyeye gelmesi uzun yıllara dayanıyor (30 yıla yakın bir süreç neredeyse). İlk kırığı  ile birlikte -sanırım kolundaydı- annemin ciddi bir osteoporoz hastası olduğunu öğrenmiştik. Gördüğü tedaviler ve beslenmedeki takviyelerse hastalığın ilerlemesini önleyemedi ne yazık ki. El, kol, ayak ve bacaklarda kırılmalar, alçıya alınmalar, bazen düzgün bazen yamuk kemik kaynamalarıyla yaşamında hep vardı bu hastalık. En son geçen yıl kolu kırıldı ve operasyonla platin takıldı.

Nüfusta yazıldığı üzere 77 yaşına gelmişti ve bu hastalığına rağmen yaşıyordu hala... (Henüz kırkı çıkmamış bir bebekken babasını kaybettiği için annemin nüfus cüzdanının geç çıktığı yaşının gerçekte 80 olabileceği de söyleniyordu yakınları tarafından...) Eski topraktı annem...

Son yıllarda bronşit oluyordu sık sık... kesik kesik öksürükleri...  bronşial astım gibi nefes darlıkları vardı... Defalarca farklı doktorlara götürülmesine rağmen tam teşhis konulamamış, ilaçlarla geçiştirilmişti bu hastalığı... Oysa akciğerlerinde interstisyel denilen hastalık oluşmuş zaman içinde... Hayatında hiç sigara içmemiş annemde böyle bir hastalık! Babam da hiç içmediği ve yakın çevresinde sigara içen birileri olmadığı için sigara dumanı faktörü ekarte edildi. Uzak geçmişe gitmeler ve taramalar sonucu yaşamında 70 yıldan fazla kullanılan kömür sobasının sebep olacağına karar kılındı. İyice yaşlanıp sobaya kömür atamayacak duruma gelinceye dek sobalı evlerinde yaşamakta ısrar eden annemle babam, büyük bir kötülük yapmaktalarmış kendilerine...

Daha önce biryerlerde yazmıştım 4 ablam olduğunu ve en küçük ablamın benden 10 yaş büyük olduğunu... 3 ve 4 nolu ablalarımın ve ikiz kardeşimle benim doğduğumuz evi hiç ama hiç terketmek istemedi annemle babam... 53 ya da 54 yıllarında planını bizatihi kendisi çizerek yapmış bu evi ... Dubleks... bahçeli... yörenin diğer evleri gibi çatısız... dolayısıyla iki katına ve bahçesine ilave, dam denilen üstteki düz alanı ile kalabalık, çocuklu bir aile için ideal... 3 nolu ablam 1955 te, 4 nolu ablam ise 1957 de dünyaya gelmiş o evde... Sonra babamın çimento fabrikalarındaki görevleri için başka başka yerlere gidilmiş. 10 yıl sonra ikiz kardeşimle ben yine aynı evde dünyaya gelmişiz.... Bir ara Ankara'ya taşınmış olsak da bir süre sonra yeniden Gaziantep'e dönülmüş ve hep o evde yaşanılmış... Çocukluğumun 70 li yıllarından itibaren başlıyor evimizle ilgili anılarım... En eski anımsadığım anı 71 yılına ait...

Evin en altında kapısı caddeye açılan bir bodrumumuz vardı. O vakit odunlar - kömürler şimdiki gibi poşetlerde gelmez bir traktörün römorku ile kapı önüne yığılır, oradan bodrumun içine taşınırdı. Her evde soba yanardı ve her eve gelen odunlar mahallenin çocukları tarafından taşınırdı bodrumlara... Sonrasında odunların sahibi şeker dağıtırdı bu çocuklara... Kömür ise genellikle annelerin işiydi. Babalar çalışırdı o vakit. Anneler ise ne çıtkırıldımdı, ne de işten güçten kaçarlardı... Hamarattı bu kadınlar... Çamaşır makineleri dahi yoktu. Ülkeyi darbeye hazırlayan, adına sözümona devrimci ve milliyetçi denen bir dolu zibidinin orada burada kan döker olduğu, darbe yapıcıların da kendilerine zemin hazırlayan bu maşalarla ülkenin kaosa sürüklenmesi ve ekonomisinin batması için paravan ardından iş gördüğü yıllardı o yıllar... Sanalı, vitalı günlerdi, lakin bakkal raflarında bulunmazlardı hiç. Sananın bir kalıbını tezgah altından zorla çıkarıp verirdi bakkal Ahmet amca... Toz şeker yarımşar kilo ancak.. o da her gidişinde bulunmaz... nasıl olursa bir kez  denk gelir... Azcık... Yok çünkü... karaborsa!  Tüp de ha keza... Gaz ocağında su kaynatıp beyaz  çamaşırları kar gibi yapmak isteyen anneme bir şişe gaz yağı almak için, elimde boş bir cam şişe, iki sokak aşırı Bakkal Zeynep ablaya gaz yağı almaya giderdim.

O vakit filmelerden başka daha ileri bir yaşam bilmez, Sobalı evlerinde mutlu mesut yaşardı bu insanlar... Babam severdi evini... Belki o çıksa annem de çıkardı... Bizler büyüdük, şartlar değişti, kaloriferli bir daireye çok rahatlıkla geçilebilirdi ama hiç birimiz, hiç kimse, hiç bir şey ikna edemedi annemle babamı... Ta ki bir kaç yıl öncesine dek... öyle büyük bir krizle taşındılar ki o evden... İki yaşlı insanı köklerinden söküp bilmedikleri konu-komşu, bilmedikleri çarşı-pazarın içine götürmek hem çok acı hem de çok zor oldu. Artık soba yakacak, yemek ve ev işi yapacak hali kalmayan annem hala kendini 18 yaşında genç kız gibi görüyor, bu işlere bir kadın bulurum diyor, osteoporozuna rağmen sefer tası misali bi dolu merdivenden ibaret bu evde yaşamakta ısrar ediyordu. Babamsa sanki beynine pıhtı kaçıp aylarca yoğun bakımlarda kalmamış, akabinde yetmezliğe çeviren normalden daha büyümüş kalbi ile 18 lik delikanlı gibi hala bu evde yaşayabileceğinde ısrar üstüne ısrar ediyordu, konusu edildiğinde kıyameti koparacak kadar...

İki ablam ve ikiz kardeşim onları kaloriferli apartman dairesine taşıdıklarında her iki tarafın yaşadığı acıyı ve hüznü siz düşünün.

Oysa çoktan iş işten geçmiş. Yıllarca taşınan ve yakılan kömür, temizlenen kurumlar, teneffüs edilen isler anneme sinsice bu hastalığı getirmiş.

Kendi deyişleri ile, itilmiş, dağ başına atılmışlardı ama...Evleri kaloriferli ve düzdü artık. Haftada veya  on günde bir genel temizliğe gelen kadınlarından hariç her sabah gelip yemeklerini yapan ve bulaşıklarını da yıkayan Dursun'ları da vardı. Sakın karda dışarıya çıkma, ıslak yerlere basma, sağlam yere otur, ani hareketler yapma diyerek sıkı sıkı tembihlediğimiz annem bir yerini kırmadığı sürece bu iyi şartlarda daha çok uzun yaşayabilirlerdi!

Abdestini almış, odasına gelip üzerini değiştirecek olmuş annem... İkiz kardeşimin ve babamın sıkı sıkı tembihlerine rağmen yatağında değil de sandalyenin üstüne oturarak değiştirmek istemiş giysisini... Nasıl olmuşsa olduğu yere düşmüş. Kalkamamış. Çabalamış, uğraşmış, yine kalkamamış... Babama seslenmiş babam odasından gelip düştüğünü görünce bir yerlerinin kırılmış olacağını anlamış... Tekşen ablamı aramışlar hemen... Ardından hastaneye kaldırılma ve operasyon süreci...

Doktorların dediğine göre opere edilmezse bundan böyle yatalak olur, ancak uzun süre yatınca da akciğer problemi yüzünden akciğerlerine pıhtı kaçar ve annemizi kaybedebilirmişiz... Operasyon sonrası ayağa kalkarsa bu risk ortadan kalkarmış.

Annem opere edildi... akciğerlerinin kapasitesinin darlığı ile büyük risk taşımasına rağmen... Ancak hemen kendine gelemedi... Anestezi ve reanimasyon yoğunbakımında günlerce uyutuldu, damar yoluyla beslendi ve ne yazık ki bir kaç gün içinde akciğerlerine pıhtı kaçması ile ağır bir tablonun içine girdi. Boğazında delik açılmış sık sık aspire ediliyordu bu delikten... Uyandığında bilinci bazen açık bazen kapalıydı... Bu sürecinde ben yanına vardım... Günügününe gözleme şansım oldu.

Kendine gelince aynı hastanenin (ki devlete ait bir fakülte hastanesi burası) özel odasına alınmıştı annem...  Yoğunbakımda tüm masrafları devlet tarafından karşılanan anneme burada günlüğüne 100 TL alan özel hastabakıcılar bakıyor, mama, ilaç, bez gibi tüm ihtiyaçları tarafımızdan karşılanıyordu. Yatalaktı annem... burnundan beslenmeye geçilmişti... en kötüsü sık sık tıkanıyor ve boğazındaki gümüş aparatın içindeki delikten aspire edilmezse ölüm tehlikesi ile karşı karşıya kalıyordu. Bacağında da kocaman bir platin parçası vardı... Öyle zayıflamış öyle zayıflamıştı ki, özellikle bacaklarındaki deri, üstüne 3-4 beden büyük bir giysi  gibi öyle pörsük öyle sarkık idi...

Yaşıyordu annem... boğazındaki delikten dolayı konuşamasa da hayata sımsıkı tutunmakta ısrar ediyordu hala... Bakıcıları erkekti ve biliyordum ki abdestli-namazlı annem onların altını almasından son derece rahatsız idi... Yalnızca ağız kıpırtılarını gördüğüm ama çoğu zaman anlayamadığım bir halde bana bişeyler anlatmaya çalışıyordu kendinde olduğu vakitlerde... yüzünde acı dolu bakışlar... kaşları düşük... Komik bişey söyleyip güldürüyordum onu... iyileşeceksin, bugünler geçecek, evine döneceksin... Benim çocuk sever gibi, çocukla konuşur gibi yaptığım hallerle yüzündeki ifade bi nebze değişmişse dünyalar benim oluyordu... Çoğu zaman ya uyuyor ya da bilinci kapanıyor ve boş boş bakıyordu aslında... Ben bulduğum her fırsat odanın bir köşesinde sessiz sessiz ağlıyordum...

Annem hiç olmazsa paramızla bakılıyor ve iyileşemese de bu haliyle yaşamını idame ettiriyor derken, doktorlar taburcu edeceklerini, kendimizi hazırlamamızı söylediler. Hazırlamaktan kasıtları ise hastanedeki koşulların belli başlılarını evde hazırlamak ve ona iyi bir bakıcı bulmak ya da kendimiz bakmak imiş... Annemizin altını alır, gerekirse enjektörle burnundan beslerdik ama aspirasyon işlemi ehil eller tarafından yapılmalıydı. Moldova'dan, Gürcistan'dan vesaire gelen bakıcı kadınlar olduğunu duyduk. Madem böyle bir sektör vardı, parasını öder annemize iyi bir bakıcı tutardık.

Taburcu olma durumu ortaya çıkıp raporları hazırlanıncaya dek yatılı bakıcı aradık anneme... Türkçesi bozuk ama pek kibar bu hanımlardan görüştüklerimiz annemin boğazından aspire edilmesini, burun yolu ile beslenmesini ve altından alınacağını duyduklarında yan çizmeye başlıyorlardı. Taburcu olma günü gelmişti ve anneme hala bakıcı bulamamıştık.

O akşam yola çıkacaktım... Doktorlar öğleyin elime raporları tutuşturdular ve çoktandır yabancısı olduğum memleketimde öyle zor öyle can acıtıcı saatler geçirdim ki... İşini aksatan medikalciler, yarım yamalak yapan kamu görevlileri ile sinir harbi içinde gerçekleştirmeye çalıştım tüm bürokratik işlemleri... Hava karardı, devlet daireleri kapandı... işim tamamlanamamıştı hala...

Son iki gün boyunca "seni eve götüreceğim" anne derken  nasıl ışıldıyordu gözleri annemin...

Hantal bürokrasi, işini bilmeyen, pek bi meşgul medikalciler yüzünden çıkaramamıştım annemi... Üstelik alabildiğim cihazları eve kurdurup derhal yola çıkmalıydım.

Annemi evine götürüp öyle çıkacaktım oysa...
Olmadı...

 Medikalci cihazları eve kurarken çekçekli valizimi elime, sırt çantamı sırtıma aldım, babamla, aynı sitede oturan kardeşimin eşi  gelincikle ve kuzucuklarla vedalaşıp çıktım evden... Kardeşim işten erken dönememişti... Eskiden.. yani babam dinç ve sağlıklı iken olsa... valizimi kuş gibi kavrar uçuruverirdi beni terminale... Yine de bu haline rağmen sitenin dışına kadar taşımayı teklif etti babam... kağnı hızındaki ayakları ile... bedenini taşımakta yorgun düşen kocaman kalbi ile...

Hava epeyce kararmıştı... Günlerdir yağan kar durmuşsa da soğuğu hala dışarıdaydı... Çekçekli valizimi çekerek uzaktaki, büyük marketin karşısındaki belediye otobüsü durağına yürüdüm yürüdüm...  Gözlerimde kendiliğinden inen iki ince sicim ile...

Ertesi gün ikiz kardeşim çıkarabilmişti annemi... Hastane ücretlerinden daha fazla ücret, ayrıca yol parası ve yemek isteyen bakıcılara, daimi bir bakıcı buluncaya dek, kendilerinin bakması için rica ve minnet ederek.... Gençlerden ikisi kabul etmişti neyse ki... Annem alışkın olduğu bakıma bir süre de olsa evinde kavuşmuş olacaktı böylece...  Lakin gençler aylığı 4 milyarı bulan bu bir nevi ticari anlaşmayı her an tek taraflı bozabileceklerinin sinyalini veriyor, daha fazla para için sık sık anıştırmalarda bulunuyorlardı.

Mersin'deki ablam geldi bu sürede... Bulabildiği yabancı uyruklu hanımlarla konuşmuş o da bir sonuç alamamıştı. Ülkelerindeki yokluktan buralara para kazanmak için kaçıp gelen bu hanımlar annemin bakımının ağır olduğunu duyunca bakmak istemiyorlardı. Belki de istedikleri, günün bir kaç saati iş yapıp kalan zamanda bu sıcacık, nispeten konforlu evde oturup keyif yapmak idi... Oysa evde bir de yaşlı bir amca vardı... Teyze ile birlikte amcaya da bakmak icap edebilirdi. Dursun her sabah gelip yemekleri yapıyor, bulaşıkları yıkıyor olsa da ev işleri belki üstlerine kalabilirdi. Teyzenin bakımı ise zaten çok çok ağır idi...

Gerçekte nedenleri neydi... ne değildi... çok da net bilemedik aslında... Bunlar görüşmeler sonucu bizlerin çıkarımları oldu bir bakıma... Para dahi söz konusu olmadan doğrudan olumsuz yanıt veriyorlardı çünkü... Oysa muhtaçtık... annemiz iyi bakılsın yeter ki, verirdik, veriştirirdik!

Daralmış, bunalmış, içimizi korku sarmış iken... Suriye'deki iç savaştan kaçıp gelmiş, hemşirelik mezunu bir genç kız bulundu bir anda... Babamla ve annemle aynı evde yaşamayı kabul etmiş, anneme bakabileceğini, aspirasyon işlemini dahi yapabileceğini söylemişti. Diğer bakıcı çocuklarla 3-4 gün ve gece birlikte kalıp bakım konusundaki tüm detayları da öğrenince Zarife adındaki bu genç kız bakımını üstlendi annemin... Merhametliydi de... Her fırsatta burnundaki beslenme hortumunu çekmeye teşebbüs eden ve bir kaç kez de çeken anneme rağmen, diğer bakıcıların yaptığını yapmıyor, ellerini bağlamaya vicdanının el vermediğini söylüyor ve saatlerce başından ayrılmadan annemi öylece bekliyordu.

Ev halkı Zarife'ye, Zarife de ev halkına alışmıştı. Vakit geçer zarife bıkar ve kaçıp gider korkusu ile Zarife el üstünde tutuluyor, maddi manevi diğer olası istekleri elden geldiğince karşılanmaya çalışılıyordu.

 Annem içinde bulunduğu durumdan daha ileri bir safhaya geçip iyileşme göstermese de, her şeye rağmen yaşıyordu hala...

Boğazındaki delikten içeriye 20 cm. kadar uzatılan aspirasyon kateterinin verdiği acıya rağmen... Bu işlem sırasında annemin boğulur gibi olduğunu ve morardığını gördüm binlerce kez... hatta gözlerinden yaşlar geldi zaman zaman... Göstermeden kendimi gidip hastane odasının bir köşesinde zırıl zırıl ağladım kaç kez... Bazen pembe, hatta kırmızı çıkıyordu kateterin ucu... Tahriş oluyordu besbelli...Annem buna rağmen hala yaşıyordu...

Ama nereye kadar!

Gitti annem... acılarını bırakıp ardında...
Biz yavrularını bırakıp gitmesinin ne önemi var tüm bunların yanında!






19 Şubat 2013 Salı

.

Acım büyük blog!
Annemi kaybettim...



İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi Raciûn

10 Şubat 2013 Pazar

tam buğday unlu balkabaklı crumble

Haftalık sebze-meyve ihtiyaçlarımızı Salı pazarımızdan karşılıyoruz çoğunlukla... Dolayısıyla çok şeyi hafta içi tükettiğimizden Pazar sabahlarına "dolapta neler kalmış"la başlıyorum... Bugün de hafta içi bir kez çorbasını yapabildiğim balkabaklarımın, yarım kilodan fazlası hamarat bir hatun tarafından değerlendirilmeyi bekliyordu. :) O hamarat hatun bendim elbette! :) İçimden çokça tekrarlayarak daldım mutfağa...  (Aksi halde beynimde zıpzıp yapan "al sana boş vakit, o merak ettiğin görselleri google'a yaz, ara, tara, keyfince sörf yap!" düşüncesi ile pc başına çöreklenebilirdim... :))

Balkabağıma eşlik edecek kuru kayısılarımdan da kalmış bir miktar... ceviz içlerim de var... Hımmm... balkabaklı bir crumble neden olmasın!

Çok da sürmedi yahu!
Yaptım, fotoğrafladım, seyrettim, bir kısmını da afiyetle yedik bile... :)
Hatta üstüne bi dolu iş yaptım...
Postumu da yayınlayınca sörf yapabilirim artık.
Bugün yağmur var Gelibolu'da... "Evim evim güzel evim" modundayız! :)
Hava açarsa yürümek istiyorum ama... Diğer günler heeep oturuyorum. :(

Günün kalan yarısı için, herkese iyi Pazarlar!


Tam Buğday Unlu Balkabaklı Crumble

Taban kek hamuru için malzemeler:
5 çorba kaşığı tam buğday unu
3 çorba kaşığı üzüm pekmezi
1 yumurta
1/2 çay kaşığı kabartma tozu
40 gr. tereyağ

İç dolgusu için malzemeler:
600 gr. balkabağı
8-10 adet kuru kayısı
1 çorba kaşığı kuş üzümü (tepeleme)
3 çorba kaşığı toz şeker
1 yumurta
2 çorba kaşığı tam buğday unu (tepeleme)
3 çay kaşığı tarçın (tepeleme)
10 gr. tuzsuz tereyağ

Yüzeydeki kırıntılı hamur için malzemeler:
7 çorba kaşığı tam buğday unu (tepeleme)
1 su bardağı iri ufalanmış ceviz içi
3 çorba kaşığı üzüm pekmezi
1 çorba kaşığı toz şeker
50-60 gr. tuzsuz tereyağ (minik küpler halinde kesilmiş)
2 çay kaşığı tarçın


Yapılışı: kabakları ve kayısıyı yumuşayıncaya dek haşlayın. Suyunu süzüp çatalla ezin. Soğuyunca içine diğer dolgu malzemelerini katıp bir kenarda bekletin.

Yüzeyde kullanacağınız kırıntılı hamurun tüm malzemelerini mikserin karıştırıcı ıçları ile yavaş yavaş karıştırın. Minik topaklar oluştuğunda karıştırmayı bırakın. Hamurunuz olmuş demektir.

Taban kek hamurundaki tüm malzemeleri iyice karıştırıp yağlanmış kek kalıbınıza dökün. Üzerine balkabaklı dolgu malzemesini yayın. En üste de kırıntılı hamuru yaydıktan sonra 190 dereceli fırında 25-30 dk. kadar pişirin. Dilerseniz ılık ılık, dilerseniz soğuk servis yapabilirsiniz. Beraberinde krem şanti, kaymak ya da dondurma ile servis etmek mümkün...
Yapacaklara şimdiden afiyet olsun!

Bu arada; şurada paylaştığım sümbüllerimin çiçekleri soldu, kesip attım ama diplerinden hemen yenileri çıktı... Pembe sümbüllerim de öyle... Baharda da böyle devam ederler umarım...  Lalelerim ise öyle nazlı büyüyorlar ki... Gözlerinin içine bakıyorum. :)






3 Şubat 2013 Pazar

Kömür Limanı - şubat 2013

Çok değil... daha geçen hafta bugün, kış gibi bir kış günü paylaşmıştım burada... Sıcaklık eksi ikileri bulmuştu ve lapa lapa kar yağmıştı. Oysa bugün artı ondokuz dereceyi gördü Gelibolu. Beraberinde kuvvetli bir lodos olsa da oldukça ılıman bir gündü bugün.

Kırlar mı çağırıyordu bizi, biz mi illa ki gitmeliydik. Otomobilimize atladık ve çok da uzak olmayan köy yollarından birine daldık en kısa zamanda... Böğürtlenlerimi, yabani eriklerimi, papatyalarımı, gelinciklerimi topladığım, çeşmelerinden kana kana su içtiğim yol burası... Fındıklı Köyü yolu... Doğa sessiz, uykuda...  kıştan hiç iz yok... yapraklarını dökmüş ağaçlara, sürülmemiş tarlalardaki yeşil otlara bakınca sanki sonbahar yeni gelmiş gibi... Oysa biliyoruz ki nice soğuk, alabildiğince yağmurlu günler ve gecelerden sonra arkası bahar... Yeşillenip, alacalanacağı güne kadar karnında saklıyor tüm güzelliklerini...

Derken... kıyısında bi vakitler piknik yaptığımız, son fotoğraflarını şurada paylaştığım, çok sevdiğim dere kenarında buluyoruz kendimizi... Yol boyunca hissettiğim duygu burada pekişiyor.... yerlere örtü gibi yayılan kuru yapraklardan.... tıpkı sonbahar... tıpkı güz.

Dere yaz boyunca hiç göremeyeceğimiz güzellikte... yoğun ve şırıl şırıl akıp az ileride, taşların üzerinden dökülerek minik bir şelaleye dönüşüyor. Oturup seyre dalıyorum... İçime huzur akıyor!

Böyle bitmemeli bu güzellik... Akıntının başına gidiyor, kurumuş yapraklardan gemiler yüzdürüyorum... Bir zamanlar, yetmişli yıllarda, annemin mutfak ya da soba artığı yanmış kibrit parçalarını ve orada burada bulduğum minicik dalları; kaldırım kenarlarında yol bulmuş yağmurdan arta kalan küçücük daracık dereciklerde yüzdüren çocukluğum geliyor aklıma... Çöp parçalarımın peşinden  sokakları aşıp gidişlerim... Yapraklarımın peşinden minyatür şelaleme kadar gidip gidip geliyorum. :)

Bir saate yakın bir zaman geçiriyoruz orada... Gün bu kadarla bitmemeli...
Otomobilimize atlayıp Fındıklı Köyü'ne doğru yol alıyoruz. Çeşmeler gürül gürül akıyor. Böğürtlen dalları, erik ağaçları, papatya-gelincik tarlaları hepsi ama hepsi uykuda... Köye kadar gelmekle de bitmemeli bu gezi... Oysa köyün devamı bir tarafı uçurum olan Kömür Limanı yolu... Ya yollar yağmur ve kar etkisiyle bozulmuş ve gidilmeyecek durumda ise... karşı yönden gelen bir traktördeki sürücü sorumuza gereken yanıtı veriyor. Yol yer yer bozuk ama hiç gidilemeyecek gibi de değil. Devam ediyoruz.

Şu gölet geçen yıl orada yoktu hiç. Yağmur suları ile doğal olarak oluşmuş... Yemyeşil alana ne hoş görüntü katmış değil mi?

İnekler mutlu mesut otluyor. Çobanlara el sallayıp yolumuza devam ediyoruz.
Bir kenarı uçurumlu yola girince lodosun şiddeti daha da artıyor. Durup aşağılara bakılacak gibi değil. Ama şu sürpriz papatya için durup görüntü almalı... Kış ortasında papatya... yalancı da olsa...

Sonunda her gidişimizde durup göz kiramızı aldığımız dönemeçte Kömür Limanı ve vadi tüm güzelliğiyle önümüzde... Lodosa kulak verip çok kenara gitmeden bir iki kare alıp öyle inmeli...

Limanın yaz - kış müdavimleri var... Balıkçılar ve profesyonel dalgıçlar...
Kimseleri rahatsız etmeden bir kaç kare de limana özgü parçalardan alınmalı...
Burada konut yapmak yasak... Konteynır ve baraka tipinde barınaklar...

Bu kayıklar ise çok çok eksiydi. Kışın yağmurundan, karından sanırım... baharda elden geçiriliyorlardır.

Lodos denizi de etkilemiş, sık sık dalgaları köpürtüp kabartıyordu. Kıyıya vuran her dalga şlap sesiyle geliyor, sonra taşları hışşşşş gibi bir sesle geriye çekerek şıpırtılı bir uğultu yaratıyordu. O anda çocukluğum yine çıka geldi ve iki avuç içimle kulaklarımı kapatıp açıp bu seslere melodik bir aksan verdim... Hiç denemediyseniz böyle bir ortamda mutlaka deneyin... çok zevkli. :)

Temiz denizlerin kıyılarında deniz kabukları pek fazla, hatta bazılarında hiç olmaz... Kömür Limanı kıyısı da öyle kıyılardan biri... Tüm sahili gidip geldim, bi tanecik deniz kabuğuna rastlamadım... Çok parlak, küçük çakıl taşları buldum ama...
Papatya mevsimi gelince,  yine yolumuz düşer dilerim... Papatyalar buraya ne çok yakışıyor ve ben bir masalın içinde kaybolup gidiyorum işte o zaman... :)

Yeni haftamız güzelliklerle gelsin!... 
Herkese sevgiler!