Blogumda detaylara pek değinmem... günlük yaşamıma dair üstü örtük ifadelerim, kısacık notlarım vardır daha çok... Unutmamak adına...
Detaylı yazmak dökülüp saçılmak aslında...çözülmek... rahatlamak... aynı zamanda deşifre olmak... daha net de anlaşılmak... bununla birlikte yanlış anlaşılmak da... Bu son şık için yazan kişinin yapabileceği pek fazla şey yok... detaylara girerek bunu kırabilir belki... Algılama miktarı kişinin alım kapasitesi, ön yargıları, niyeti, düşün yetisi, empati yeteneği ve daha bir çok özelliği ile ilgili çünkü. Okurda bu özellikler eksik ve negatif ise kısacık yazılar risktir çoğu zaman... Böyle olduğunu bilsem de bu handikapı es geçerim bile bile...
Bugün nedense uzuuuun uzuuun yazasım var.
Öncelikle bir önceki postta acımı paylaşan, dilek ve dualarını esirgemeyen arkadaşlarıma çok teşekkür ediyorum. Allah hepinizden razı olsun, hiç birinize böyle bir acıyı yaşatmasın!
15 Şubat sabahı saat 9 civarı kaybettim annemi... Ablam aradığında günler öncesinden hazırdım aslında... Değilmişim... Ağlamak hıçkırmak yetmedi... böğürdüm uzun uzun... Annem eve çıkışından bir süre sonra (on gün kadar önce) yeniden ağırlaşmış ve anestezi-reanimasyon yoğunbakımına bir kez daha kaldırılmıştı. Bilinci tamamen kapalıydı bu kez ve tansiyonu sürekli düşmekte, müdahalelerle belli bir seviyeye getirilmekteydi. Doktorları ise pek de içaçıcı şeyler söylemiyorlardı. Daha önce de benzer süreçten geçen annem için bu çok olumsuz tabloya rağmen ufacık da bir umudu saklı tuttum içimde. Ancak annem son iki aydır öyle acı, öyle ağır bir süreç içine girmişti ki, içimiz kan ağlasa da tüm kardeşler "annemize iki iyilikten biri" eksenli dualar ederken buluyorduk kendimizi... Bu sözü defalarca duymuş olmama rağmen bugüne dek anlamını hiç idrak etmemiş olduğumu fark ettim bu dönem... Ölmek bazı zamanlarda kurtuluşmuş aslında... yalnızca filmlerde, duyduğumuz vecizelerde...ve uzağımızdaki insanlarda değil.... annemiz için de...
Ölmek kurtuluşmuş!
Kasım ayında kalça kemiğini kırmıştı annem... Bu yanılmıyorsam altıncı kırığı... İleri derecede osteoporoz (kemik erimesi) hastası idi çünkü... Tabii bu seviyeye gelmesi uzun yıllara dayanıyor (30 yıla yakın bir süreç neredeyse). İlk kırığı ile birlikte -sanırım kolundaydı- annemin ciddi bir osteoporoz hastası olduğunu öğrenmiştik. Gördüğü tedaviler ve beslenmedeki takviyelerse hastalığın ilerlemesini önleyemedi ne yazık ki. El, kol, ayak ve bacaklarda kırılmalar, alçıya alınmalar, bazen düzgün bazen yamuk kemik kaynamalarıyla yaşamında hep vardı bu hastalık. En son geçen yıl kolu kırıldı ve operasyonla platin takıldı.
Nüfusta yazıldığı üzere 77 yaşına gelmişti ve bu hastalığına rağmen yaşıyordu hala... (Henüz kırkı çıkmamış bir bebekken babasını kaybettiği için annemin nüfus cüzdanının geç çıktığı yaşının gerçekte 80 olabileceği de söyleniyordu yakınları tarafından...) Eski topraktı annem...
Son yıllarda bronşit oluyordu sık sık... kesik kesik öksürükleri... bronşial astım gibi nefes darlıkları vardı... Defalarca farklı doktorlara götürülmesine rağmen tam teşhis konulamamış, ilaçlarla geçiştirilmişti bu hastalığı... Oysa akciğerlerinde interstisyel denilen hastalık oluşmuş zaman içinde... Hayatında hiç sigara içmemiş annemde böyle bir hastalık! Babam da hiç içmediği ve yakın çevresinde sigara içen birileri olmadığı için sigara dumanı faktörü ekarte edildi. Uzak geçmişe gitmeler ve taramalar sonucu yaşamında 70 yıldan fazla kullanılan kömür sobasının sebep olacağına karar kılındı. İyice yaşlanıp sobaya kömür atamayacak duruma gelinceye dek sobalı evlerinde yaşamakta ısrar eden annemle babam, büyük bir kötülük yapmaktalarmış kendilerine...
Daha önce biryerlerde yazmıştım 4 ablam olduğunu ve en küçük ablamın benden 10 yaş büyük olduğunu... 3 ve 4 nolu ablalarımın ve ikiz kardeşimle benim doğduğumuz evi hiç ama hiç terketmek istemedi annemle babam... 53 ya da 54 yıllarında planını bizatihi kendisi çizerek yapmış bu evi ... Dubleks... bahçeli... yörenin diğer evleri gibi çatısız... dolayısıyla iki katına ve bahçesine ilave, dam denilen üstteki düz alanı ile kalabalık, çocuklu bir aile için ideal... 3 nolu ablam 1955 te, 4 nolu ablam ise 1957 de dünyaya gelmiş o evde... Sonra babamın çimento fabrikalarındaki görevleri için başka başka yerlere gidilmiş. 10 yıl sonra ikiz kardeşimle ben yine aynı evde dünyaya gelmişiz.... Bir ara Ankara'ya taşınmış olsak da bir süre sonra yeniden Gaziantep'e dönülmüş ve hep o evde yaşanılmış... Çocukluğumun 70 li yıllarından itibaren başlıyor evimizle ilgili anılarım... En eski anımsadığım anı 71 yılına ait...
Evin en altında kapısı caddeye açılan bir bodrumumuz vardı. O vakit odunlar - kömürler şimdiki gibi poşetlerde gelmez bir traktörün römorku ile kapı önüne yığılır, oradan bodrumun içine taşınırdı. Her evde soba yanardı ve her eve gelen odunlar mahallenin çocukları tarafından taşınırdı bodrumlara... Sonrasında odunların sahibi şeker dağıtırdı bu çocuklara... Kömür ise genellikle annelerin işiydi. Babalar çalışırdı o vakit. Anneler ise ne çıtkırıldımdı, ne de işten güçten kaçarlardı... Hamarattı bu kadınlar... Çamaşır makineleri dahi yoktu. Ülkeyi darbeye hazırlayan, adına sözümona devrimci ve milliyetçi denen bir dolu zibidinin orada burada kan döker olduğu, darbe yapıcıların da kendilerine zemin hazırlayan bu maşalarla ülkenin kaosa sürüklenmesi ve ekonomisinin batması için paravan ardından iş gördüğü yıllardı o yıllar... Sanalı, vitalı günlerdi, lakin bakkal raflarında bulunmazlardı hiç. Sananın bir kalıbını tezgah altından zorla çıkarıp verirdi bakkal Ahmet amca... Toz şeker yarımşar kilo ancak.. o da her gidişinde bulunmaz... nasıl olursa bir kez denk gelir... Azcık... Yok çünkü... karaborsa! Tüp de ha keza... Gaz ocağında su kaynatıp beyaz çamaşırları kar gibi yapmak isteyen anneme bir şişe gaz yağı almak için, elimde boş bir cam şişe, iki sokak aşırı Bakkal Zeynep ablaya gaz yağı almaya giderdim.
O vakit filmelerden başka daha ileri bir yaşam bilmez, Sobalı evlerinde mutlu mesut yaşardı bu insanlar... Babam severdi evini... Belki o çıksa annem de çıkardı... Bizler büyüdük, şartlar değişti, kaloriferli bir daireye çok rahatlıkla geçilebilirdi ama hiç birimiz, hiç kimse, hiç bir şey ikna edemedi annemle babamı... Ta ki bir kaç yıl öncesine dek... öyle büyük bir krizle taşındılar ki o evden... İki yaşlı insanı köklerinden söküp bilmedikleri konu-komşu, bilmedikleri çarşı-pazarın içine götürmek hem çok acı hem de çok zor oldu. Artık soba yakacak, yemek ve ev işi yapacak hali kalmayan annem hala kendini 18 yaşında genç kız gibi görüyor, bu işlere bir kadın bulurum diyor, osteoporozuna rağmen sefer tası misali bi dolu merdivenden ibaret bu evde yaşamakta ısrar ediyordu. Babamsa sanki beynine pıhtı kaçıp aylarca yoğun bakımlarda kalmamış, akabinde yetmezliğe çeviren normalden daha büyümüş kalbi ile 18 lik delikanlı gibi hala bu evde yaşayabileceğinde ısrar üstüne ısrar ediyordu, konusu edildiğinde kıyameti koparacak kadar...
İki ablam ve ikiz kardeşim onları kaloriferli apartman dairesine taşıdıklarında her iki tarafın yaşadığı acıyı ve hüznü siz düşünün.
Oysa çoktan iş işten geçmiş. Yıllarca taşınan ve yakılan kömür, temizlenen kurumlar, teneffüs edilen isler anneme sinsice bu hastalığı getirmiş.
Kendi deyişleri ile, itilmiş, dağ başına atılmışlardı ama...Evleri kaloriferli ve düzdü artık. Haftada veya on günde bir genel temizliğe gelen kadınlarından hariç her sabah gelip yemeklerini yapan ve bulaşıklarını da yıkayan Dursun'ları da vardı. Sakın karda dışarıya çıkma, ıslak yerlere basma, sağlam yere otur, ani hareketler yapma diyerek sıkı sıkı tembihlediğimiz annem bir yerini kırmadığı sürece bu iyi şartlarda daha çok uzun yaşayabilirlerdi!
Abdestini almış, odasına gelip üzerini değiştirecek olmuş annem... İkiz kardeşimin ve babamın sıkı sıkı tembihlerine rağmen yatağında değil de sandalyenin üstüne oturarak değiştirmek istemiş giysisini... Nasıl olmuşsa olduğu yere düşmüş. Kalkamamış. Çabalamış, uğraşmış, yine kalkamamış... Babama seslenmiş babam odasından gelip düştüğünü görünce bir yerlerinin kırılmış olacağını anlamış... Tekşen ablamı aramışlar hemen... Ardından hastaneye kaldırılma ve operasyon süreci...
Doktorların dediğine göre opere edilmezse bundan böyle yatalak olur, ancak uzun süre yatınca da akciğer problemi yüzünden akciğerlerine pıhtı kaçar ve annemizi kaybedebilirmişiz... Operasyon sonrası ayağa kalkarsa bu risk ortadan kalkarmış.
Annem opere edildi... akciğerlerinin kapasitesinin darlığı ile büyük risk taşımasına rağmen... Ancak hemen kendine gelemedi... Anestezi ve reanimasyon yoğunbakımında günlerce uyutuldu, damar yoluyla beslendi ve ne yazık ki bir kaç gün içinde akciğerlerine pıhtı kaçması ile ağır bir tablonun içine girdi. Boğazında delik açılmış sık sık aspire ediliyordu bu delikten... Uyandığında bilinci bazen açık bazen kapalıydı... Bu sürecinde ben yanına vardım... Günügününe gözleme şansım oldu.
Kendine gelince aynı hastanenin (ki devlete ait bir fakülte hastanesi burası) özel odasına alınmıştı annem... Yoğunbakımda tüm masrafları devlet tarafından karşılanan anneme burada günlüğüne 100 TL alan özel hastabakıcılar bakıyor, mama, ilaç, bez gibi tüm ihtiyaçları tarafımızdan karşılanıyordu. Yatalaktı annem... burnundan beslenmeye geçilmişti... en kötüsü sık sık tıkanıyor ve boğazındaki gümüş aparatın içindeki delikten aspire edilmezse ölüm tehlikesi ile karşı karşıya kalıyordu. Bacağında da kocaman bir platin parçası vardı... Öyle zayıflamış öyle zayıflamıştı ki, özellikle bacaklarındaki deri, üstüne 3-4 beden büyük bir giysi gibi öyle pörsük öyle sarkık idi...
Yaşıyordu annem... boğazındaki delikten dolayı konuşamasa da hayata sımsıkı tutunmakta ısrar ediyordu hala... Bakıcıları erkekti ve biliyordum ki abdestli-namazlı annem onların altını almasından son derece rahatsız idi... Yalnızca ağız kıpırtılarını gördüğüm ama çoğu zaman anlayamadığım bir halde bana bişeyler anlatmaya çalışıyordu kendinde olduğu vakitlerde... yüzünde acı dolu bakışlar... kaşları düşük... Komik bişey söyleyip güldürüyordum onu... iyileşeceksin, bugünler geçecek, evine döneceksin... Benim çocuk sever gibi, çocukla konuşur gibi yaptığım hallerle yüzündeki ifade bi nebze değişmişse dünyalar benim oluyordu... Çoğu zaman ya uyuyor ya da bilinci kapanıyor ve boş boş bakıyordu aslında... Ben bulduğum her fırsat odanın bir köşesinde sessiz sessiz ağlıyordum...
Annem hiç olmazsa paramızla bakılıyor ve iyileşemese de bu haliyle yaşamını idame ettiriyor derken, doktorlar taburcu edeceklerini, kendimizi hazırlamamızı söylediler. Hazırlamaktan kasıtları ise hastanedeki koşulların belli başlılarını evde hazırlamak ve ona iyi bir bakıcı bulmak ya da kendimiz bakmak imiş... Annemizin altını alır, gerekirse enjektörle burnundan beslerdik ama aspirasyon işlemi ehil eller tarafından yapılmalıydı. Moldova'dan, Gürcistan'dan vesaire gelen bakıcı kadınlar olduğunu duyduk. Madem böyle bir sektör vardı, parasını öder annemize iyi bir bakıcı tutardık.
Taburcu olma durumu ortaya çıkıp raporları hazırlanıncaya dek yatılı bakıcı aradık anneme... Türkçesi bozuk ama pek kibar bu hanımlardan görüştüklerimiz annemin boğazından aspire edilmesini, burun yolu ile beslenmesini ve altından alınacağını duyduklarında yan çizmeye başlıyorlardı. Taburcu olma günü gelmişti ve anneme hala bakıcı bulamamıştık.
O akşam yola çıkacaktım... Doktorlar öğleyin elime raporları tutuşturdular ve çoktandır yabancısı olduğum memleketimde öyle zor öyle can acıtıcı saatler geçirdim ki... İşini aksatan medikalciler, yarım yamalak yapan kamu görevlileri ile sinir harbi içinde gerçekleştirmeye çalıştım tüm bürokratik işlemleri... Hava karardı, devlet daireleri kapandı... işim tamamlanamamıştı hala...
Son iki gün boyunca "seni eve götüreceğim" anne derken nasıl ışıldıyordu gözleri annemin...
Hantal bürokrasi, işini bilmeyen, pek bi meşgul medikalciler yüzünden çıkaramamıştım annemi... Üstelik alabildiğim cihazları eve kurdurup derhal yola çıkmalıydım.
Annemi evine götürüp öyle çıkacaktım oysa...
Olmadı...
Medikalci cihazları eve kurarken çekçekli valizimi elime, sırt çantamı sırtıma aldım, babamla, aynı sitede oturan kardeşimin eşi gelincikle ve kuzucuklarla vedalaşıp çıktım evden... Kardeşim işten erken dönememişti... Eskiden.. yani babam dinç ve sağlıklı iken olsa... valizimi kuş gibi kavrar uçuruverirdi beni terminale... Yine de bu haline rağmen sitenin dışına kadar taşımayı teklif etti babam... kağnı hızındaki ayakları ile... bedenini taşımakta yorgun düşen kocaman kalbi ile...
Hava epeyce kararmıştı... Günlerdir yağan kar durmuşsa da soğuğu hala dışarıdaydı... Çekçekli valizimi çekerek uzaktaki, büyük marketin karşısındaki belediye otobüsü durağına yürüdüm yürüdüm... Gözlerimde kendiliğinden inen iki ince sicim ile...
Ertesi gün ikiz kardeşim çıkarabilmişti annemi... Hastane ücretlerinden daha fazla ücret, ayrıca yol parası ve yemek isteyen bakıcılara, daimi bir bakıcı buluncaya dek, kendilerinin bakması için rica ve minnet ederek.... Gençlerden ikisi kabul etmişti neyse ki... Annem alışkın olduğu bakıma bir süre de olsa evinde kavuşmuş olacaktı böylece... Lakin gençler aylığı 4 milyarı bulan bu bir nevi ticari anlaşmayı her an tek taraflı bozabileceklerinin sinyalini veriyor, daha fazla para için sık sık anıştırmalarda bulunuyorlardı.
Mersin'deki ablam geldi bu sürede... Bulabildiği yabancı uyruklu hanımlarla konuşmuş o da bir sonuç alamamıştı. Ülkelerindeki yokluktan buralara para kazanmak için kaçıp gelen bu hanımlar annemin bakımının ağır olduğunu duyunca bakmak istemiyorlardı. Belki de istedikleri, günün bir kaç saati iş yapıp kalan zamanda bu sıcacık, nispeten konforlu evde oturup keyif yapmak idi... Oysa evde bir de yaşlı bir amca vardı... Teyze ile birlikte amcaya da bakmak icap edebilirdi. Dursun her sabah gelip yemekleri yapıyor, bulaşıkları yıkıyor olsa da ev işleri belki üstlerine kalabilirdi. Teyzenin bakımı ise zaten çok çok ağır idi...
Gerçekte nedenleri neydi... ne değildi... çok da net bilemedik aslında... Bunlar görüşmeler sonucu bizlerin çıkarımları oldu bir bakıma... Para dahi söz konusu olmadan doğrudan olumsuz yanıt veriyorlardı çünkü... Oysa muhtaçtık... annemiz iyi bakılsın yeter ki, verirdik, veriştirirdik!
Daralmış, bunalmış, içimizi korku sarmış iken... Suriye'deki iç savaştan kaçıp gelmiş, hemşirelik mezunu bir genç kız bulundu bir anda... Babamla ve annemle aynı evde yaşamayı kabul etmiş, anneme bakabileceğini, aspirasyon işlemini dahi yapabileceğini söylemişti. Diğer bakıcı çocuklarla 3-4 gün ve gece birlikte kalıp bakım konusundaki tüm detayları da öğrenince Zarife adındaki bu genç kız bakımını üstlendi annemin... Merhametliydi de... Her fırsatta burnundaki beslenme hortumunu çekmeye teşebbüs eden ve bir kaç kez de çeken anneme rağmen, diğer bakıcıların yaptığını yapmıyor, ellerini bağlamaya vicdanının el vermediğini söylüyor ve saatlerce başından ayrılmadan annemi öylece bekliyordu.
Ev halkı Zarife'ye, Zarife de ev halkına alışmıştı. Vakit geçer zarife bıkar ve kaçıp gider korkusu ile Zarife el üstünde tutuluyor, maddi manevi diğer olası istekleri elden geldiğince karşılanmaya çalışılıyordu.
Annem içinde bulunduğu durumdan daha ileri bir safhaya geçip iyileşme göstermese de, her şeye rağmen yaşıyordu hala...
Boğazındaki delikten içeriye 20 cm. kadar uzatılan aspirasyon kateterinin verdiği acıya rağmen... Bu işlem sırasında annemin boğulur gibi olduğunu ve morardığını gördüm binlerce kez... hatta gözlerinden yaşlar geldi zaman zaman... Göstermeden kendimi gidip hastane odasının bir köşesinde zırıl zırıl ağladım kaç kez... Bazen pembe, hatta kırmızı çıkıyordu kateterin ucu... Tahriş oluyordu besbelli...Annem buna rağmen hala yaşıyordu...
Ama nereye kadar!
Gitti annem... acılarını bırakıp ardında...
Biz yavrularını bırakıp gitmesinin ne önemi var tüm bunların yanında!